ÇOK YAZAN AZ KONUŞAN BİRİYİM

Çok yazan, az konuşan biriyim
Bu şaşırttı mı sizi?
Lâfazanlığım, gevezeliğim hep kâğıtlarda..
Telefon kültürüm de farklı değil.
Çok gerekmedikçe aramam ve söyleyeceklerimi bir-iki cümleyle toparlayıp konuşmayı sonlandırırım.
N’apıyım huyum böyle.
Ayten’im çok kızardı bu yönüme.
‘Kimseyi aramıyorsun, arasan da konuşmuyorsun, hoppadanak bitiriyorsun görüşmeyi.’ derdi.
Arkadaş toplantılarında da pek farklı değildir durum.
Bir şeyler söylemem için çok beklerler çoğu kez.
Bunca yazarım ki, bu nedenle çok geveze olduğumu düşünür tanımayan herkes.
Ama değil.
İnanın değil.
Çokça dinlerim.
Dinlemesini de severim.
Dinlemek öğrenmektir ayrıca.
Gerçi bazen dinlemem bile ama, dinlermiş gibi görünürüm.
‘He he’ der, başımı sallar geçiştiririm.
Kendileri anlatırken ‘başka şeyler düşündüğümü’ söyleyen çok olmuştur.
Defalarca ise Ayten.
Yalan değil.
Bu böyle maalesef.
Konu beni sarmışsa ne alâ.
Sarmamışsa bodozlama konuya girebilmekte çok zorlanırım.
Ve o durumda, karşıdakinin gözlerinin içine bakıp, başka düşünceler içinde olmam beni tanıyanlar için pek de garip değil.
Belki de bu nedenle erkek ortamlarını pek sevmem.
Futbol vb. konulara uzaktan-yakından ilgim yoktur çünkü.
Kadınlı-erkekli karışık toplantılarda bile, erkeler ve kadınlar ayrışmışlarsa – ki çok kızarım bu duruma. Haremlik-selâmlık geleneğidir bu- kadınlarla muhabbeti seçerim.
Ayten’imin çok kovmuşluğu vardır beni ortamlarından.
‘Ne işin var senin burada, gitsene erkeklerin arasına’ derdi.
Bir de kendi düşüncelerimiz varken, başkasının düşünceleriyle konuşmaktır ki hoşlanmadığım, bunu hiç sevmem ve yapmam.
Dikkatli dostlar bileceklerdir, düşünür-ünlü sözlerini hemen hiç paylaşmam.
‘Platon ne demiş, Nietsche ne demiş, şu ne demiş’, onlar da ilgilendirmez pek beni.
Değilmi ki okumuşsam ya da biliyorsam mesele yok.
Ya da okumamışsam, yine mesele yok.
İstersem okurum ve öğrenirim.
Hem de aktarma şeklinde değil, ilk ağızdan.
Ne demişlerse demişler; benim düşünce yapımın oluşumunda etkileri olmuşsa eyvallah.
Gerisi kitaplarda, ansiklopedilerde ya da şimdilerde google’da.
Bana soruyorlar: ‘Şu düşünür, şu konuda ne düşünür?’
‘Bilemem, açın bakın kitapları ya da daha kolayı google’ı. En doğru bilgilere oralardan ulaşabilirsiniz. Benim düşüncelerim ise subjektif olacaktır. Çünkü her söyleneni insan kendi düşüncelerine adapte edebilir. İyisi mi milletten öğrenmek yerine, asıl kaynağına bakacaksın.’
Her ne söylediyse söylediler, bunun söyleyeni de, sorumlusu da ben değilim.
Ayrıca her söyleneni hatırlayacak bir hafızaya da sahip değilim.
Adamın tercümanı hiç değilim.
Yüzyüze konuştuğun ben isem eğer, ben de Kofüçyüs ya da Kant olmadığıma göre, bırak onları da 'ben ne düşünüyorum' onu öğrenmeye çalış, benim düşüncelerimi merak et.
Kaldı ki bu filozofların namı öyle yürümüş ki, pek çoğunun zırvalarına yapışıp kalmışız.
Beni tanıyanlar için bu durum pek de garip değil.
Beni enterese eden, sohbet ettiğim kişinin düşünceleri ve düşünce yapısıdır.
Yoksa Hegel’in ne düşündüğü değil.
Okuduysam eğer, Hegel’in ne dediğini zaten bilirim.
Ayrıca bilgimi kanıtlamak gibi bir kaygım hiç yok.
Konuşmadığınızda bilgisiz, sıradan bir insandan bir farkınız yok.
Ki sıradanlık da hiç kötü değildir zaman zaman.
Okumadıysam ve merak edersem eğer okurum, araştırırım.
Ben kendi düşüncelerime bakarım ve düşüncelerimin olgunlaşması ya da köşeli hale gelmesi için elbet tarihteki düşünürlerden, siyaset adamlarından yararlanırım.
Okumuş ve düşüncelerini benimsemişsem kendi düşüncelerimle harmanlarım.
Ya da güncele uyarlarım.
Filozof, tarihi şahsiyet, ünlü siyasetçi, tarihi o-şu-bu ağzıyla konuşan ezberci yaklaşımlardan hoşlanmam.
İstediği kadar ünlü olsun, hattâ istediği kadar ulu olsun bir şey değişmez.
Neyse…
Nerden geldim buralara bilmem.
Ben susuyorum, adam konuşuyor.
Susmuyor.
Belki amacı beni de konuşturmak.
Soruyor, soruyor, soruyor.
‘Hı hı’ diyerek geçiştiriyorum.
Bu kez sorduklarının cevaplarını kendisi veriyor.
Susmuyor.
Konuşmadaki samimiyetsizlik beni giderek daha da itekliyor ve konunun dışına sürüklüyor.
O halâ dikkatimi çekmek çabasında.
‘Bak ben ne çok biliyorum’ havasında.
Kendini bana kanıtlamanın bir anlamı yok ki kardeşim.
Ben sana not verecek değilim.
Dolayısıyla bende tık yok.
Giremiyorum, katılamıyorum konuya.
Ama konu beni sarmışsa, ünlü sözlerinden güncel ve gerçek düşüncelerimize yönelmişse iş değişebilir.
Karşımdakine sempati duymuş olmam da gerekiyor tabii.
Samimiyetine, içtenliğine, gerçekliğine…
Bu kez ardı ardına sorular benden gelebilir ki, sordukça çuvallayan da çok oluyor.
Bilgiçlik çöp oluyor birden.
Konuların beni sarmalaması için felsefe, politika, sanat, edebiyat olması gerekmiyor.
Bir balıkçı kahvehanesinde sohbete katıldınız mı hiç?
Gündelikçi bir kadınla sohbet ettiniz mi?
Bir çocuk gelin dinlediniz mİ?
Vurgun yemiş bir dalgıç?
Ayakkabı boyacısı bir çocuk?
Bir kahvehanede çay servisi yapan, ama sizi gördüğünde ‘abim geldi, çek bir tavşan kanı' diye coşkuyla bağıran bir genç?
Bir küçük kız… Sevinçle yanınıza gelen…
Konuşursa sizinle, delisi mahalleninin...
Ne Marks bilir onlar, ne Darwin.
Ama doyamazsınız anlattıklarına.
Onların hayatlarının tam içindedir oysa felsefe.
Locke ya da Descartes ve diğerleri…
Adamların sizin teyidinize ihtiyacı mı var?
Boyna tekrarlar durursunuz söylediklerini.
Boşverin.
Kendinizi anlatın bana.
Kalbinizi ve beyninizi.
Bak nasıl dikkat kesilirim.
İki yıl önce yazılmış. Face getirdi önüme. Değişen bir şey yok.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

KANDIRA'LI BİR ÇİNGEN - MUSTAFA KANDIRALI - YAZI

MİLİTARİZM, ASKERİ DARBELER, DEVRİMLER - YAZI - SİYASİ

MOMMY MOMMY - YAZI

DAHA 13 KERE İNTİHAR EDEBİLİRSİN - YAZI

> BABAYIM BEN - ŞİİR

BİR YALAN TAKTİK - İYİ POLİS - YAZI - POLİTİK

HAY BEN BÖYLE TOPLUMUN - KISA YAZI