> TAHLİYE - ÖYKÜ
HER CEZA ADİL DEĞİLDİR.
ÇÜNKÜ İNSANOĞLU ADİL DEĞİLDİR.
VE YAŞAM ÖLÜMÜN İZDÜŞÜMÜDÜR BAZEN.
TAHLİYE
1-MEKTUP
Canım çocuğum,
Bugün üç yaşını bitiriyorsun. Hayat denilen bu hayhuyda üç zorlu yılı gerilerde bırakıp… Ve ben, küçücük bir öpücük konduramamanın kederini yaşıyorum yanaklarına. Herşey bir yana ama, bu hasretlik öldürür bir gün.
Öykü taklidi bir şeyler karaladım senin için. Eline geçmesi dileğiyle idareye verdim. Okuyup anlayabilmen uzun yılları gerektirecek belki. Belki her sayfanın orta yerinde karşına çıkıp, seni öykünün akışından koparacak olan o damgaların nedenini kavrayabilmen de zor olacak. Belki de verdiği doğum günü armağanının karşılığında senden sabır taşı olmanı bekleyen babana kızacak, küseceksin.
Ama inanıyorum ki meleğim, zamanı geldiğinde, edebi yeteneklerden yoksun bir insanı bile yazma cüretine iten o karşı konulmaz duygunun, sevginin gücünü de anlayacaksın. İşte tek tesellim budur.
Babacığın da yimisekizini bitirdi geçenlerde. Hayat denilen aynı hayhuyda yirmisekiz zorlu yılı gerilerde bırakıp… Koğuştaki dostlar minik bir paket armağan ettiler. Açtım… Altı tane filtreli sigara… Çok… Ama çok önemli bir armağan bu. Daha da önemlisi sigaraların sarıldığı kağıda yazılmış altı dizeli, altı imzalı bir şiir:
“Hepimiz bir gönül olduk / Ellerimiz boş belki / Ama yüreklerimiz dolu geldik / Tut ellerimizden yeni yaşında / Tut ki yarının olsun yaşadıklarımızdaki umutlar / Yarının olsun paylaştığımız mutluluklar…”
Duygularım açık denizlerdeki dalgalar gibi nasıl kabardı, nasıl ağlayasım geldi bilemezsin.
Annen de bir külot getirmişti son görüşte. Sağolsun! Nasıl ihtiyacım vardı. Külot deyip geçme sakın! Burada en önemli armağanlar ihtiyaçlar meleğim.
Ve sen… Sen kara gözlüm! Biliyorum, zıplayıp da kucağıma çıkamamanın kederinini yaşadın kucağıma. Sabret! N’olur bebeğim sabret! İnan, sana bir baba kucağını bile çok gören bu duvarlar bir gün mutlaka yıkılacak. Ve bir gün mutlaka ellerimiz defne dallarında buluşacak. Büyük acılarımız, büyük sevinçler doğuracak çünkü. Bunu unutma minik kız!
Seni nasıl özledim bir bilsen, ah nasıl? O kapkara gözlerini, o minicik pamuk ellerini… Ya o vıcır vıcır konuşman? Kâh ağlayıp küsmen, kâh bağırıp çağırman… Nasıl özledim? Şu an gözlerimin önünde o kıkır kıkır kıkırdayışın belirdi bebeğim. Hani oranı-buranı sıkıştırırdım da, kahkahalara boğulup kaçardın ya!..
Ben içeri düştüğümde, sen yeni yeni konuşmaya başlayan minicik bir afacandın. Şimdiyse şarkılar söyleyip, şiirler okuyan kocaman bir afacan! Ahh defterleri, kitapları,kalemleri, silgileri, sırt çantası ve önlüğüyle yetişkin bir afacan olduğunda yanında olabilsem! Kalbimin eti nasıl dayanır?
Sana anlatmak, seninle paylaşmak ihtiyacı duyduğum neler var, bilsen? Yakında tam bir yıl doluyor. Hayat bir yıldır birbirimize hasret düşürdü bizi. Ama umutlarımızla taşıdık hasretlerimizi. Hiç yere düşürmedik, hiç süründürmedik. Ne var ki şimdilerde bebeğim, umutlarımız da beklenmeyen bir darbenin açtığı yaralarla can çekişiyor.
Anlayabiliyorsun, hissedebiliyorsun değil mi?
Geçen gün bir mektup aldım annenden. Gidiyorsunuz… Uzaklara… Çook uzaklara… Bir bilinmeze doğru yola çıkıyorsunuz.
Dopdolu altı yıl yaşadık annenle. Altı onurlu yıl… Onurumuzu her şeyin, ama herşeyin üstünde tutarak yaşadık. Parasız-pulsuz, evsiz-barksız kaldık çoğu kez. Ama yenilmedik baskılara, teslim olmadık. Onurumuzu yanıbaşımızdan hiç ayırmadık. Ne güzel! Ne güzel değil mi?
Sonra gitmem gerekti bebeğim, ayrı düştük. Ama yüreklerimizde de yaşadık ayrılıkları belli ki. Göğüsleyemedik.
Olsun, acıları da gömmesini öğrenmeliyiz yüreklerimize. N’olur soru sorma bana. ‘Ya ben, ya ben’ diye bakma gözlerimin içine n’olur. Şimdi senin karşında kendimi yargılamamı isteme benden. Bu senin görevindir çünkü. Bir gün bizleri sen yargılayacaksın. Ve bunu başaramazsan eğer, hayatına asla anlamlı bir yön veremeyeceksin. Bana, sabırla beklemek düşüyor artık. Sonuç benim açımdan ne olursa olsun, sabırla… İşte bugünden kalbimi ellerine emanet ediyorum. Paramparça edersen bile onu, inan her parçası seninle atacaktır.
Canım çocuğum;
Sana kimbilir neler anlatılacak. Ama güneş balçıkla sıvanmaz. Seni de kimse sıvayamaz yavrum. Bu nedenle korkmuyorum. İnanıyorum ki o çocukça sezgin, bütün haksız saldırılara göğüs gerebilecek kadar güçlüdür. Muhtemel, içinde yaşamak zorunda bırakılacağın o yalan ve riya dünyasını bile ezip geçebilecek kadar… Buna inanıyorum. Buna ölesiye inanıyorum…
Ve hiç… Ama hiç korkmuyorum!
İnsanlar vardır bir tanem, bilmezsin. İnsanlar vardır, okyanus kadar yürekleri! Ve yalnızca kendi çaplarında hayata direnmek değildir onların görevleri; başkalarına da umut dağıtmaktır. Bak bir ranza komşumun eşinden, yine doğum günüm için aldığım bir başka armağan:
“Biliyorum / Aşkla- meşkle geçmiyor ömrün /Pek rahat gün de görmedin / Üstelik / Çıkmanı hayal ederken / Bunca sorun / Yine de isterim senin ki gibi olsun yaşamım / Yani sayısız dert içinde / Amansız bir mücadele / Belki saklayarak onurumu ve umudumu / Son nefesime / Bu yaş gününde içerde olsan bile / Daha nice yıllara bebenle / Daha nice yıllara bizimle…”
Bu mütevazi dizeleri çok iyi belle bebeğim. Çünkü böylesini belki de hiç görmeyeceksin. Oysa ötekiler öylesine çok ve kalabalıktırlar ki…
Ne tuhaf! Dün mutluydum. Fazlasıyla, derecesiz mutluydum. Sabah uçsuz bir boşluk sardı kalbimi. Oturdum, sana mektup yazdım, yine taşma noktasına geliverdim.
Seni seviyorum küçük kız, seni özlüyorum.Ama o altı yılı, yani hep beraber olduğumuz o altı yılı daha çok özlüyorum. Dile kolay! Yirmi yılı kendimi tanımakla geçti hayatımın. Geriye otuz kaldıysa, beşte biri de sizinle. Mümkün mü silip atmak, mümkün mü?
Şimdi nerelerdesiniz? Ne yapıyorsunuz? Nasıl geçiniyorsunuz? Bilgi verme gereğini hisseden hiç kimse yok. Endişeliyim bebeğim, çok endişeliyim. Gönlüm, bir an önce hayatınıza bir yön verip, huzura kavuşmanızı diliyor. Mutluluğunuz, elbet benim kalbimi de sarmalayacaktır.
Ceza yersem,kimbilir daha kaç yıl kucağımda hoplatamayacağım seni. N’olur babacığını unutma! Bunu bilirsem eğer coşkulu kalabalıklara dönüşecektir yalnızlığım.
N’olur unutma! Ve n’olur benim için endişelenme. Bir gün sen de anlayacksın ki, her şeyin, ama her şeyin bir diyeti vardır. Bense bunun bilinciyle buradayım.
Dileğim mektubumu okuyup anlayabileceğin yaşa kadar farelerin kemirmemesidir. Ama bunca farenin cirit attığı bir ortamda ne mümkün!
Hoşça kal bebek! Hoşça kal yavrum! Bir tanem hoşça kal! N’olur, n’olur sen de beni unutma!
Mamak - 20 Temmuz 1982
(Bugünden not: Ve hiçbir zaman unutmadı yavrum.)
2-ÖYKÜ
Cezaevinin iki insan boyunu geçkin, ürkünç demir kapısının hemen iç kısmındaki yıkık-dökük kağgir yapıda yoğun bir hareketlilik göze çarpıyor.
Kapıyı aşıp, usulca bu köhne yapıya yaklaşıyoruz. İçeride tamı tamamına beş adam… Üçünün gardiyan olduğu giysilerinden anlaşılıyor. Pencerenin önünde fi tarihinden kalma bir yazı masası ve üzerinde çok bilinen kırtasiye gereçleri. Bir de,oldukça eski model bir yazı makinası. Yazı masasının gerisinde sivil giyimli, yaşlıca bir adam , önündeki kalın klasöre gömülmüş bazı evrakları gözden geçiriyor. Gardiyanlardan biri – baş gardiyan olmalı – köşedeki tahta iskemleye ilişmiş keyifle çayını yudumluyor. Diğerleri ise, iki ayrı çelik dolapta bir şeyler arıyor.
Ve işte!.. İlgimizin bu sevimsiz yapıya yönelmesine neden olan asıl kişi. Hayli imrendirici kömür karası bıyıkları ve kırçıl şakaklarıyla orta yaşlı bir adam. Taş çatlasa otuzdokuz-kırk yaşlarında olmalı.Yazı masasının yanıbaşında dikiliyor. Bakışları, elleriyle farkında olmaksızın oynadığı yazı makinasının kolu üzerinde durağanlaşmış. Çevresiyle hiç mi hiç ilgili değil. Dalmış… Düşünüyor olmalı. Hem de yoğun bir şeklide. Düşünceleri kimbilir nerelerde takılıp kaldı? Duygularının yönünü, yüz ifadesinden kestirebilmek olanaksız. Sevinçli mi, kederli mi belli değil. Sanki morgdan çıkmışçasına bir ifade. Hay Allah! İfdesizlik yani… Ama oldukça görmüş-geçirmiş biri olduğu her halinden belli oluyor. Sanki yaşamın bütün acıları yüzünde donuklaşmış. Dudaklarının köşesinde küçücük bir gülücük arıyoruz. Ve gözlerinde küçücük bir pırıltı. Hayret! -Yok, yok işte!..Pırıltı bir yana, gözbebeklerine kopkoyu bir gölge vurmuş sanki. Ne tuhaf! Oysa sevinçli olmalı, mutlu olmalı. Hem de ölesiye… Evet,evet hiç olmazsa azıcık canım! Kolay değil! Tam ondokuz yıldır bir fare gibi kısıldığı bu kapandan nihayet kurtulacak. Ondokuz yıl önce tutsaklığına açılan o kahrolası demir kapı, bu kez özgürlüğüne açılacak. Anlaşılır gibi değil doğrusu. Nasıl bir insan bu? Tıpkı bir heykel… Çok değil, on dakika sonra, evet yalnızca on dakika sonra, ver elini özgürlük, ver elini yaşam. Oysa onun umurunda bile değil sanki. Allah Allah, Allah Allah! Tahliye oluyorsun be adam, tahliye. Ve sen bir roman kahramanı değilsin. Kiev’deki rahip değilsin. Kımılda biraz, gül biraz. Iıh yok! Yok işte!.. Hiçbir hareket yok gözlerinde. Biraz daha yaklaşalım bakalım. Tuhaf… Sanki bu dünyada değil. Sanki bu dünyanın insanı değil. Uzaklarda… Çook, çok uzaklarda. Kimbilir nerelerde şimdi? Bir anlayabilsek… Off! Bağışlasın bizi. Ne yapalım, merakımızı yenemiyoruz işte. Daha da yaklaşıp, gözlerinden düşüncelerine giriyoruz onun.
“Dostlarım… Hakkı dayı, Selim amca, Koca Yusuf, Deli İbo, Güner…Dostlarım…”
-Eee Kara, bitti işte. Ondokuz yılın hasretliği bitti. Daha ne somurtup durursun öyle?
Ona Kara derlerdi. Koyu esmer teni ve o kapkara bıyıkları nedeniyle yakıştırmışlardı bu lâkabı.
-Dostlarım gardiyan dayı, dostlarım…
-N’olmuş dostlarına? Ölüme terk etmiyorsun ya onları. Çıkacaklar işte. Yakında yine birliktesiniz.
Kara’nın dudaklarının kenarında yapay bir gülücük belirdi.
“Olacağız elbet. Yine hep birlikte olacağız. Sizi bekleyeceğim dostlarım, bekleyeceğim…”
Ağır adımlarla kapıya yöneldi. Gökyüzünde oradan oraya salınıp duran bembeyaz bulutları izlemeye koyuldu.
“Dile kolay! Koskoca ondokuz yıl… Nasıl da geçiverdi? On dakika sonra özgürüm işte. Şu bulutlar kadar… Ne tuhaf! Yıllarca bu anı beklemedim mi? Yıllarca bir ipek böceği sabrıyla, an an yılları örmedim mi? O halde neden? Neden içimdeki bu keder? Yüreğimdeki bu burukluk, bu acı, bu hüzün… Dostlarım… Dostlarım… Sizlerden nasıl ayrılırım? Sizlersiz nasıl yaşarım? Ne yaparım? Canlarım…
Kara’nın yüzüne giderek dokunaklı bir ifade yerleşmeye başladı. Hani dokunsan boşanıverecekmiş gibi…
“Ama sevinmeliyim. Hem de çok, çok sevinmeliyim. Önce küçücük bir ev… Küçücük, bahçeli… Bir odası senin Hakkı Dayı. Düşlerindeki gibi pırıl pırıl. Bir de sofra kurarım ki size… Iıh, yemede yanında yat. Elbette, unutur muyum hiç? Kaygılanmayın, kaygılanmayın unutmam. Dünya dursa unutmam mor menevşeleri. Çıkmalıyım. Evet en kısa zamanda. Önce bir ev bulmalıyım. Sonra müjdeyi veriveririm. Dostlarım, eviniz hazır, bekliyorum… Selim amca, Hakkı dayı, Güner… Bekliyorum…”
-Ne antika herifsin be Kara. Görende seni yeni hüküm giymiş sanacak.
-Yok be dayı. N’aparsın ondokuz yıldan sonra… İnan, ranzasını evi gibi benimsiyor insan. Ya dostlarını? Anası, babası gibi. Kolay mı, onca yıldan sonra kolay mı?
Kara yine dalıverdi. Gözlerinde o dipsiz uçurumun karanlık boşluğu…
“Ahh ranzam, evim… Peki ama nereye giderim? Kime giderim? Oğuz’lara gitsem… O cânım sohbetler ne güzeldi. Sabahlara kadar, hiç bıkmadan. Oğuz… Can dostum… Ya Günseli? Tatlı Günseli… İlk göz ağrım, ilk aşkım… Ya sen, sen ne yapıyorsun şimdi? Nerelerdesin? Ama belki… Tabi, neden olmasın. Biliyorlardır belki, öğrenmişlerdir belki… Allahım, kapının önündeler… Dostlarım… Geldiniz, geldiniz öyle mi? Sürpriz yapacaktınız bana… Heyy! Biliyorum… Diyorum… Unutmazlar, mümkün değil bu, unutmazlar… Sizleri öylesine özledim ki… İnanın her an yanıbaşımda, her an düşlerimdeydiniz. Bırakmazlar, bırakmazlar… İyi ya birinde kalırım birkaç gün işte. Olmazsa sırayla… Evet, evet bir kutucuk edinene kadar sırayla… Her birinde ikişer, üçer gece. Dostlarım… Size neler anlatırım? Dağ gibi ondokuz yıl bu, dağ gibi… Oradasınız değimli, hemen şuracıkta. Şu yıkılasıca demir kapının hemen ardında. Geliyorum dostlarım, geliyorum sabredin. Biraz daha… Allahım, ne büyük mutluluk bu…”
Kara anlık bir coşkuyla hareketleniverdi. Heyecanını hareketlerinden okuyabilmek öylesine kolayki şimdi. Tıpkı sözlüye kalkmış bir ilkokul çocuğu gibi. Kâh kafasını kaşıyor, kâh ellerini sallıyor, kenetliyor ya da orasını-burasını çekiştirip duruyor. Ancak çok geçmedi ki o eski keder yine gelip oturdu gözlerine. Sıkıntıyla of’ladı ve yine yazı makinasının koluna dalıp gidiverdi bakışları. İlginç! Yani bir insanın duygularındaki böylesine ani değişimler… Tıpkı dalgalarla boğuşan boş bir sandal gibi. Evet, hayli ilginç.!..
“Off, ne aptalım. Dost mu kalır bu saaten sonra? İnsan, anasını bile unutur. Bunca yıl… Kaldı ki, yıllardır bir mektupçuk olsun almadım. Bir kart hiç olmazsa, bir kaç cümle. .. Peki ama, nerden bilsinler? Nasıl bilebilirler ki? Hem bir yığın sorun… Hayat kolay mı? Çoluk, çocuk, ohooo daha bir yığın dert. Mektup düşünecek halleri mi vardır zavallıların? Haksızlık ediyorum. Yllarca yediğimiz , içtiğimiz ayrı gitmedi. Düşman olsa unutulmaz. Sonra ne malum bakalım? Bir de bakmışsın, dışarıdalar. Ne güzel olur ama… Tabi, neden olmasın? Ya gelmişlerse,ya gelmişlerse!”
Kara’nın gözlerinde büyükçe iki metalin hızla birbirine çarpmasıyla oluşabilecek kıvılcımlar gibi pırıltılar belirdi bu kez. Hani o yanıp yanıp sönen… Ama karamsarlıktan halâ kurtulabilmiş değil.
-İnşallah bir daha görmeyiz seni buralarda.Değil mi Kara? Uslu olacaksın. Düşmeyeceksin yine. Yazık, gençliğine yazık. Tamam mı, anlaştık mı ha?
-Dostlarım…
-Hoppalaa! Hay senin dostlarına be oğlum. Yahu ben ne diyorum, sen ne diyorsun? Bırak şu dostlarını da, dışarıda seni bekleyenleri düşün biraz .
-Nee? Şeyy… Beni bekleyenleri mi? Kızımı, kızımı mı yani?
Taparcasına severdi onu. Hatta tapardı. Hayatta başkaca hiç kimseye, hiç bir şeye bağlanmamıştı böylesine. Değilmi ki düşlerini hep onunla oluşturmuş, onun varlığı nedeniyle umudunu asla yitirmemiş, yaşama sıkıca bağlanmaktan asla vazgeçmemişti. İçeri düştüğünde, yani yıllar ve yıllar öncesinde iki yaşında ya vardı, ya yoktu bebesi. Miniminnacıktı… Beş yaşlarına değin, düzenli görüşlere getirmişlerdi onu. Dört gözle, hasretle beklerdi görüş günlerini. Kızını gördü mü tamam! Dünyalar onun olurdu. Bütün benliğini dalga dalga sarardı sevinç. Ama sonra… Evet, tam ondört yıl var ki, fotoğrafını olsun görmemişti onun. Hüküm giymesiyle birlikte, karısı tek celsede boşamıştı onu. Ve çok geçmeden bir başkasına varmıştı. Boşandıktan birkaç ay sonra, nasıl olduysa bir kez getirmişti kızı görüşe. Onda da Kara çıkmamıştı. İçi yana-kavrula çıkmamıştı görüşe işte. Onuruna yedirememişti onunla yeniden karşılaşmayı. Ve o gündür, bu gündür ne bir mektup, ne bir haber…
Hayattaki tek yakını, anasını da yitirmişti yıllar önce. Kimbilir belki de daha hayırlı olmuştu böylesi. Belki de kurtulmuştu kadıncağız. Neler çekmişti yıllarca? Bir başına… O görüş senin, bu görüş benim taşınıp durmuştu.
Bildiği, tanıdığı birkaç akrabası ise ‘sır’ olmuşlardı bile çoktan. Neredeydiler, ne yaparlardı, hiç bilmezdi. İşte yıllar var ki, yapayalnızdı Kara. Dışarıda onu bekleyen kimseciği kalmadığından olacak mahpushaneyi evi gibi benimsemiş, düşlerini o daracık kutunun dışına taşırmaya bir türlü cesaret edememişti.
Kızım… Bebem benim, bir tanem… Ne de büyümüştür kimbilir? Ne de güzelleşmiştir? Görsem tanıyabilir miyim seni? Tanırım, tanırım… Binlerce çocuk içinden yine tanırım. Hem ne kadar oldu ki şunun şurasında.? Topu topu… Hadi ya, epey olmuş. Tanırım, mutlaka tanırım… Ya o? O da tanır mı beni? Beş yaşındaydı kerata. Hatırlar mı? Ama hatırlar. Ben hatırlamıyor muyum beş yaşımı? Hatırlar tabi. Hatırlar Sonra bunca yıl… İnsan babasını merak etmez mi canım? Fotoğraflarına bakmaz mı? Özlemez mi? Hatta… Tabii ya… Karşılamaya gelir ya… Gelir… Baba özlemi bu, hiçbir şeye benzemez. Hem belki… Kimbilir, gelmiştir belki… Belki… Dışarıda… Bekliyor… Kızım!.. Canım!.. Geliyorum yavrum, bekle geliyorum…”
……………………………………………………………..
…………………………………………………………….
Off! Ne aptalım! Nereden bilecek? Bilmez ki… Bir babası varmış… Sağmış Aramaz mıydı? Bunca yıl… Yavrum… Kimbilir, nerelerdedir şimdi ? Sağ olduğumu bilse gelmez miydi sanki? Nereden bilecek? ‘Öldü’ demişlerdir ona. Öldü… Baban öldü… Zaten bir serseri, bir işiz-güçsüz, bir katildi o, öldü. Yıllar, yıllar önce… Sağ olduğumu bilse gelmez miydi sanki? Aramaz mıydı? Bunca yıl… Yavrum… Kimbilir, nerelerdesin şimdi? Nerelerdesin? Bulabilecek miyim seni? Arasam, dört bir yanda arasam! Bulurum, dünya küçüktür.Eski eve giderim ilkin. Ne güzeldi! Araştırırım, sorarım. Olmazsa kayınvalideye giderim. Belki halâ aynı yerde oturuyorlardır, taşınmamışlardır. Ne kolay olur o zaman. Elimle koymuş gibi… Bir de buldum mu onu, tamam… Gerisi çorap söküğü… Bulurum, bulurum… Kızım… Geliyorum, baban! Ya!.. Ben geldim ya! Ben senin babanım kızım. Ölmedim, mahpustaydım. Tel örgülerin, kalın duvarların ardında. Arayamazdım, gelemezdim gözüm. Ama inan… Ne olur… Ben senin babanım. Doyasıya, doyasıya kucaklarım onu, öperim, bırakmam, Anlar beni, bağışlar, ‘uzaktaydım, ama her an, her saniye seninleydim’ yavrum, derim. Vallahi seninleydim. Evet anlar. Tanıyabilir miyim? Temmuz’da ondokuzunu bitirmiş olmalı. Şeytan! Hay Allah! Gelinlik kız olmuş be! Liseyi bitirmiştir. Çalışkandır benim kızım. Babası gibi. Belki de okul birincisi. Aferin canım, aferin! Bulacağım seni, mutlaka bulacağım. Tek tek bütün evlere sormam gerekse de bulacağım. Bir de bebek götürmeliyim ona. Öyle eli boş gitmek olmaz. Eskiden çikolata götürürdüm. Nasıl sevinirdi. Şöyle, kocaman bir bebek, konuşan, uyuyan... Sözüm vardı. Evet, ilk işim bu olmalı. İyi ama o yaştaki bir kız bebekle oynar mı? Adaaamm sende, oynamaz mı canım? Kız çocuğu bu. Otuzunda bile oynar. Koccaman bir bebek. Güzeel mi güzel. Şirin mi şirin. Ya param, param yeter mi?
Kara hızla elini pantolon cebine soktu. Bumburuşuk iki tane binlik çıkardı. Sevinçle seyretti bir süre.
Aslında mahpusluğunun ilk yıllarında parmağındaki alyansı göndermişti dışarıya. ‘Bunu satın ve kızıma yürüyen, konuşan, kocaman bir bebek alın’ diye yazmıştı. Ama sonra öğrenmişti ki kızına bebek almamışlardı.
Mahpusta, mahkumların dilekçelerini yazardı. Öyle ki çoğu zaman başını kaşıyacak vakti bile olmazdı.Böylelikle geçimini sağlardı. Lise bitirmeydi. Yazısı düzgün, anlatımı iyiydi.
Kompozisyon sınavlarında hep en iyi notları alırdı öğrenciyken. Hatta okul gazetesinde bile yayınlanırdı yazıları. Bu nedenle bütün mahkumlar ona getirirlerdi yazı-çizi işlerini. Bir dertleri mi var, bir şikâyetleri mi var, hemen ona aktarırlar, o da döşeniverirdi dilekçeyi. Sonrasında utana-sıkıla uzatılan beş-on lirayı kabul etmek zorunda kalırdı. Sağ olsunlar! Bütün mahkumlar sevip-sayar ve kollarlardı onu. İşte bu iki binliği de, tahliyesi yaklaştığı için zor-belâ böylece biriktirebilmişti. Dişinden, tırnağından arttırarak.
“İki bin… Hiç de az sayılmaz. Bebekler kaçadır acaba? Taş çatlasa bin, binbeşyüz. Alırım… Şimdi doğru bir oyuncakçıya. Otobüse atladığım gibi çarşıya. Ya param yetişmezse… Öff, yetişir yetişir. Bırakmalıyım bu karamsarlığı artık. Yetişir… Sonra… İşportada yığınla vardır. Daha ucuz olur. Yok canım! İşportadan da alınır mı? Şöyle bir gezip bakarım önce. Çarşı ne güzeldir şimdi. İnsanlar vızır vızır… Olmazsa, önce şöyle işlek bir yerde, bir lokantaya… Döneri nasıl özledim. Hele köfte-patates… Bir de bira çektim mi yanına, oohh gel keyfim gel! Buz gibi bir bira. İnsanlar koşuşturup duruyorlardır yine. Biz koşmayı unuttuk. Lokantaya beşyüz ayırsam… Kalır binbeşyüz. Ama… Bebek en güzelinden olmalı. Konuşan…N’olacak canım! Köfteden vazgeçerim olur biter. Çok mu gerekli sanki? Bira yeter. Evet evet birayla yetinmeliyim şimdilik. İlerde nicesini yerim nasıl olsa. Oohh, ne güzel! Kımıl kımıl!.. Yaşamak ne güzel! Kaynaşan insanlar… İçlerine karışmak onların, aralarında dolaşmak… Hem de alabildiğine özgür. Ne olağanüstü. Bebeği aldığım gibi doğru… Eeee doğru nereye? Öff giderim giderim işte. Yer mi yok? Nereye olursa. Hem ne malum. Bel ki de kapıda… Belki ya… Kızım… Canım miniğim… Geliyorum, bekle geliyorum…
Kara, ağır adımlarla avluya çıktı. Gözlerini o görkemli demir kapıya dikip, sıkıntılı sıkıntılı iç geçirdi. Sonra usulca yaklaştı. Kolunu uzatıp bir bebeği okşarmışcasına kapıya dokundu. Ve kapı boyunca voltalamaya başladı.
“Özgürüm” diye düşündü. “Yalnızca beş dakika sonra. Kızım… Dostlarım… Nihayet, nihayet size kavuşuyorum. Nasıl dayanırım? Ya tutamazsam! Zaten hiç tutamam ki… Hayır, babasını ağlarken görmemeli. Asla görmemeli. Hem de böylesi bir günde. Güçlü olmalıyım, koyvermemeliyim kendimi. Nasıl konuşurum, ne derim? Tutuluverir kahrolasıca dilim. Bari hemen tanısam. Allah kahretsin! Saçmalıyorum, saçmalıyorum yine.'
Üstüne büyük bir bitkinlik çöktü. Yorgun adımlarını gerisin geriye odaya sürüdü. Gardiyanın sorusuyla kendisini toparlamaya çalıştı.
“Yahu Kara senin hatun nerelerde şimdi?”
‘Bilmem ki dayı. Kimbilir, kimbilir?’ diye yanıtladı. Ve yine bir duygu denizinde boğulmakta olduğunu hissetti.
'Oysa nasıl da sevmiştim, nasıl da bağlanmıştım?' diye düşündü. Böylesine ha! Tıpkı bir encik gibi… Yazık! Bir çırpıda hem de. İşte geçiverdi yıllar, bitiverdi. .. Bekleyemez miydin be kadın? Nerede mi? Nerede ha? Ne bilirim? Bana mı danıştı sanki giderken? Nasıl tanıyamadım ahh, nasıl aldandım?” ‘Bencilsin’ demişti bana, ‘sen orada rahatsın tabi. Ooh ekmek elden, su gölden. Çileyi çeken biziz, kimin umrunda? Sevda karın doyurmuyor bey, doyurmuyor!’
Evet! Aynen böyle dememiş miydi? Ahh nasıl böyle düşünebildi, böyle değerlendirebildi? Ben ki her şeyimi her şeyimi vermedim mi ona? Gerçi hiç bir şeyim olmadı ki verecek. Kimbilir belki de haklıydı kadıncağız. Belki de gerçekten bencillik ediyorum. Elbette bekleyemezdi. Bir başına… Olacak iş mi? Çalışsın mı, kızına mı baksın, bana mı? Yok yok! Yıllar yılı bekleyip de çürüyemezdi. En doğrusunu yaptı. Treni kaçırmadan, yeniden kurdu hayatını, geleceğini güven altına aldı. Hem kızın, hem kendisinin.Eh demek ki benimkisi kadar köklü de değildi sevgisi. En zor günlerde gönül birliği olmaksızın sevgi mi olurmuş? Koşullara yenildi o. Acımasız koşullara. Ne yapabilirdi ki garip? Namusunu yitirmektense. Ama onca söz… ‘Sensiz yaşayamam, ölürüm. Bir ömür boyu beklerim.’ Bütün bunları söyleyen o değil miydi? O içten, o sıcak gözyaşlarını akıtan… Aah, ah! Neden dürüst davranmadın sanki bana? Neden yıllarca bir aptal gibi oynadın benimle, neden kandırdın? Sevgi… Sevgi ha! Lânet olsun! Sevgi mi bırakıyor hayat? Zaman ezip geçiyor her şeyi. Ama bak, benimki ölmedi işte. Zamana yenilmedi yüreğim. Demek ki oluyormuş. Belki o da… Olamaz mı? Gururuna yedirememiştir. Onurlu kadındı. Benden beklemiştir. Bir mektupçuk olsun yazmamı, bağışlamamı beklemiştir. Mutlaka… Öyle olmalı. Peki ama neden evlendi? Evli o… Hem de züppenin biriyle. Amaan, evlenmese beklese ne olacaktı ki zaten? Yaşlandım artık, yoruldum iyicene. Bir posayım ben. Yılların bir kenara savurduğu, zavallı bir posa… Ahh mahpusluk ahh! Bembeyaz ettin kalan saçları. Bir kaç satır yazamazmıydın be lânet kadın? Hiç olmazsa’ bayramdı, seyrandı’ deyip… Evlenmiş olman engel değildi ki. Kızının babasıyım, kim karışabilir? O mu? Hadi canım! ‘İyiyiz, güzeliz, sakın endişelenme, kızın da iyi, kocaman oldu, dört gözle bekliyor, unutmadı’ hepsi bu. Diyemez miydi? Off! Demezdi, demezdi elbet. Hangi yüzle? Atmalıyım artık o kadını kafamdan. Ne yaptıysa yaptı. Bana ne! Kıza kötülememiş olsun beni de, başka şey istemem. Kızım… İnanmazsın değil mi? İnanma, ne olur, inanma! İnanma gözüm. Vallahi bir sineği bile öldüremem ben. Yapım bu benim, kıyamam. Ranzamdaki pamuk örümceklerini hiç öldürmedim bu güne kadar. Cıızz eder yüreğim. Kazaydı. Dünya alem biliyor,kazaydı. Yandım,kavruldum yıllarca. Katil değilim ben, serseri değilim. Ne olur, ne olur inanma! Bilirim sezgisi güçlüdür kadınların. Anla beni. Anla yavrum. Anlatacağım. Baştan sona, bir bir… Kapıdasın değil mi? Tamam. Şimdi elele verdik mi seninle, doğru oyuncakçıya. Sonrada lunaparka… Çarpışan otolara bineriz yine. Ne de çok severdin. Şeytan… Yok ama… Önce hasret gideririz, oturur konuşuruz, dertleşiriz seninle. Sabaha kadar. ‘Uykum geldi, yoruldum’ anlamam. Yalnızca sen ve ben. İstersen kırlara da gideriz. Koşarız, coşarız… Kırlar… Ahh, kırlar… Dağlara çıkmalıyım. Nasıl da özledim? Mis gibi toprak kokusuyla doldurmalıyım ciğerlerimi, mis gibi… Uçsuz bucaksız topraklar… Kırmızı, gri… Bakır rengi tepeler, kuşlar kuzular, keçiler…Ağaçlar, çiçekler ve güneş. Allahım ne şahane! Yarın… Yoo, yo. Hemen bugün. Atladım mı otobüse… Ne çok giderdik bir zamanlar? Kurt… Sevgili arkadaşım, vefakâr yarim. Biricik dostum benim. Nasıl da saldırırdı kelebeklere? Utanmaz! Sen de yittin işte. Nerde gömülüsün onu bile bilmem. Sen de bi başıma kodun da gittin beni. Dayanamazdı, Dayanamazdı tabii. Köpek yüreciği bu. Sahibi olmaksızın çarpar mı? Ayrılık yedi bitirdi garibi. Gerçi kocamıştı da iyicene. Yeni bir köpek bulmalıyım kendime. Yeni bir dost. Kurt gibi kocaman. Onun gibi vefâkar. Sokaklarda bir yığın vardır herhalde. Yepyeni bir dost.. Başıboş. Birazcık kemik aldım mı tamam. Sonra doğru kırlara… Koşarız, yarışırız onunla. Ooh! Ne güzel, yaşamak ne güzel! Bu geceyi kırkarda geçirmeli, yıldızların, ayın altında. Peki ama yarın? Ya diğer günler? Öff! Bir yolunu bulurum nasıl olsa… Nazmi’ye giderim. Beni sayardı, severdi de… Yani öyleydi… Bir zamanlar… Eeee! Şimdi neden değişsin ki? Yine sevıyordur. Öyleyse neden hiç aramadı, mektup bile yazmadı? Yine bencillik mi ediyorum yoksa? Arayamazdı… Bir yığın derdi vardır çocuğun. Yaşamak kolay mı bu devirde? Hele ki dört afacanla… Değil, değil! Hiç de kolay değil. Hem ben de yazmadım ki ona. Benden beklemiştir. Belki de darılmıştır. Değil mi ya? Benden de delidir o. Heyy deli çocuk heyy! N’olacak çocuk işte. Evet ona giderim, sevinir… Konukseverdir zaten. Özverilidir… “Bu gece buradayım be Nazmi” derim, “buradayım işte..” “İş bulana kadar buradayım” İş!.. Off! Bir de iş sorunu var. Nazmi’de yardımcı olur. Kısa zamanda bulurum herhalde. Hemen iş aramalı. Bir aya kalmaz buldum mu… Tamam… Yük olmasam bari çocuğa. Fazla sürmez. Hem on parmak daktilom da var. Unutmuş muyumdur acaba? Biraz çalışırsam açılır yine parmaklarım. Az şey mi? Bir tek sabıka meselesi var. Acaba?.. Yok canım! Ne gereği var? Hapisten çıktığımı söylemem, olur biter. Araştırırlarsa peki? Öğrenirler o zaman. Bir de yalancı durumuna düşersem… Hayır, hayır! Dobra dobra anlatmalıyım. “Arkadaş ben hapisten yeni çıktım, ama inanın kazaydı” demeliyim. Nazmi’yi güç durumda bırakmasam bari. Ama sabıka… Yok, yok! Gitmesem daha iyi olacak. Başımın çaresine bakarım nasıl olsa. Bir yolunu bulurum. Baktım ki hiç olmadı, terminalde yatarım iş bulana kadar. Sonra bir kutucuk… İki odalı. Ama önce kırlarda… Hava da şansıma nefis. Bir sürü insan piknik yapıyordur şimdi. Çocuklar cıvıl cıvıl… Ahh çocuklar! Nasıl özledim sizi nasıl? Severim, okşarım, hatta körebe, saklambaç oynarım onlarla. Ebe olurum. Nasıl da sevinirler. Çikolata alırım. Hay Allah! Tabi çikolata ya! Hepsine… Ya para? Ohooo artar bile. Bebek de var ama. Yeter, yeter! Biradan vazgeçerim. Yıllardır bira mı içtim sanki? Şart mı canım? Yalnızca bir yol parası… Offf!!!
-Heyy Kara! At bakalım şunlara imzanı.
Kara bir karabasandan uyanırcasına irkildi. Gözlerinde şaşkınlık okunuyor şimdi? Kayıtsız bir tavırla gösterilen yerleri imzaladı.
-Gitmek zorunda mıyım Dayı? Kalsam, kalsam olmaz mı?
Ceset gibi konuşuyordu.
-Saçmalama. İşte tamam. Heyy! Özgürsün artık. Bak bir daha görmeyeceğim seni buralarda. Bilirsin, severim sayarım seni. Anlaştık değil mi Kara?
- Sağolun, sağolun memur bey. Anlaştık tabii. Zaten isteyerek gelmediydim ki. Ama isteyerek de gitmiyorum inanın. Evimdi benim Dayı, evimdi.Gelmem merak etme gelmem.
-Biliyorum, biliyorum. Benden sana küçük bir dost öğüdü işte. Git, hayatını yaşa biraz da. Yazık değil mi? Neyse… Haydi bakalım, yolcu yolunda gerek ne de olsa.
Kara iyiden iyiye şaşırmıştı şimdi. Otomatik hareketlerle kendine uzanan elleri sıktı. Valizini aldığı gibi daralmışcasına avluya çıktı. Yüzünü iki katlı taş binaya çevirdi ve dolu dolu gözlerle seyretmeye koyuldu.
“Dostlarım… Hoşçakalın… Hakkı Dayı, Selim amca, Güner…”
Gardiyanın kolunu dürtmesiyle irkildi ve aksak adımlarla kapıya doğru adımladı. Ama bacakları gövdesine baş kaldırmış, onu taşımak istemezcesine ağırlaşmıştı. Direnen adımlarını sürürcesine atarak güçlükle kapıya ulaştı. Yüreğine bir garip sıkıntı, bir garip keder çöreklenmişti. Be lki de korku.
Evet evet korkuyor. Kara korkuyor! Dışarıdan, özgürlükten, özgür yaşamaktan korkuyor! Belki de yalnız kalmaktan.
Yüksek taş duvarları geçitleyen görkemli demir kapı, iç gıcıklayıcı bir sesle, ağır ağır açıldı. İşte: Yepyeni bir başlangıç, yepyeni bir hayat! Yeniden doğum mu? Parmaklıksız ve sınırsız! Tam karşısında!.. Hayatın kapısı mı bu? Yoksa Ölüme açılan tünelin aydınlığı mı?
Kara bir an gözlerine doluveren aydınlık gün işıği karşısında gözlerini sıkıca yumdu. Derin derin soluklandı. Çantası elinden kaydı, yere düştü. Hafifçe gözlerini araladı; ilkin puslu bir görüntü… Sonra berrak ve giderek aydınlık, apaydınlık… Eğildi, çantasını aldı. Bir adım… İki adım… Ha gayret Kara! Ve nihayet: Hoş geldin özgürlük, hoş geldin umut çiçeği… Solgun umut çiçeği… Heyecanla çevreye bakındı. Bir daha… Bir daha… Iıh kimsecikler yok. Tek bir Allah’ın kulu bile. Emziğini düşürmüş bir bebek kederiyle inledi. Göz pınarlarında biriken yaşlar, gözlerini yakıyordu şimdi.
“Tutamadım, tutamadım işte. Biliyordum, tutamadım…”
Parmak uçlarını hırsla gözlerine bastırıp, yaşları kuruladı. Bir an geri dönmeye yeltendi, ama demir kapının kapanmasıyla yankılanan o ürkünç ses kendine getiriverdi onu. Bir süre şaşkın şaşkın çevreyi süzdükten sonra toparlandı ve karşıdaki sokak boyunca yürümeye başladı.
“Kızım… Yavrum benim… Unutmadın, unutmadın beni. Hem nereden bileceksin? Tabi tabi ya, bilemezsin ki… Ama sağım sağım işte. .. Baban ölmedi kızım, ölmedi…
Önüne çıkan ilk sapaktan sola kıvrıldı. Aynı anda kuş sesleri doldu kulaklarına. Duraladı. Hafifçe başını kaldırdı; kaldırım boyunca sıra sıra akasyalar… Beyaz beyaz çiçeklenmişlerdi bile… Güneş, ışınlarıyla çİçeklerin üzerinde dansediyordu sanki. Sonra kuşlar, minik minik… Yüzlercesiyle… Telâşla kanat çırpıştırıyorlardı.
Kara yüreğinde bir şeylerin kıpıradığını hissetti ve elini gökyüzüne doğru götürdü. Yüreğinin atışını duyabiliyordu. Kuruyan dudaklarında küçücük bir gülücük beliriverdi aniden. Ve gözlerinde, pırıl pırıl noktacıklar… Çok geçmemişti ki kuş cıvıltılarına çocuk kahkahaları karışıverdi. Kulağını bir radar duyarlığıyla kahkahaların geldiği yöne çevirdi. Bir-iki kez zorla ve aceleyle yutkundu. Sonra yine aceleyle kuruyan dudaklarını yaladı. Yüreği güm güm atmaya, bacakları zangır zangır titremeye başladı. Yüzünde yıllardır görülmeyen bir sevinç , bir coşkunluk vardı şimdi. Bu kez iyiden iyiye boşandı göz yaşları. Ama ışıl ışıl, sevinç sevinç… Yüreğini dizginlemeye çabaladıi boşuna… Başı döndü, bayılacak gibi oldu bir an. Ve yıllardır sabreden sanki o değilmişcesine, telâşlı, koşar adımlarla seyirtti seslere doğru.
“Kızım… Bebeğim… Yalım gözlüm… Canım… Papatyam… Geliyorum… Çikolata, çikolata almalıyım… Hay Allah! Bir bakkal! Kocaman, kocaman olmalı… Geliyorum çocuklarım, geliyorum… Ohh! Ne güzel! Ne güzel! Yaşamak ne güzel! Mutluyum,ölesiye… Çocuklarım… Canlarım… Çikolata… Yaşamak ne güzel… Ne güzel yaşamak! Ölesiye mutluyum
İYİ ŞANSLAR KARA.
Mamak, Temmuz1982
Yorumlar
Yorum Gönder