BİR İNSAN NEDEN SON VERMEK İSTER HAYATINA - YAZI
Hem de faşizmin acımasız saldırılarına karşı direnmedeyken hayatta kalmak için
Ve neden hücresinin beton kalıpları altına gömer
Bir daha gün yüzüne çıkarmamak üzere zihnindekileri
-----------------------------------------------------------------
Bana ‘kitap yaz’ diyorlar
Oysa kaç kitap yazdım kaç
Sadece kalem kağıtla mı yazılır kitaplar
Beynimizin nöronlarıyla yazılamazlar mı
Sonra bastırılıp çoğaltılarak hafızalarımızda
Hem masraf etmeden hiç
Hayatımızın sırlarında yayınlanamazlar mı
---------------------------------------------------------------
Tünelin ucundaki ışık mıdır, böylesine geçmişe dönmeme neden olan?
Ya da o ışık mıdır ki, zihnimi bunca kapsayıp, karanlıklaştıran?
Hiç kağıtlara dökmeyi düşünmediğim konuları gündeme almaya başladım son günlerde.
Bunca dert, sıkıntı , belâ ve çöküş yokmuş gibi ülkemin insanlarının sırtlarında…
Başkaca dert yokmuş gibi…
Ama dedim ya; tünelin ucundaki ışıktır belki, beni böyle telâş içinde zihnimdekileri aktarmaya iten.
Her neyse…
Kadın ağzıyla bile yazdım imzasız, kadın dergilerine.
Biliyorum, yazdıklarıma içtenlikle ilgi gösteren birkaç kişi oldu ve halâ oluyor, çevremde.
Ve neden, ‘bunca yazmama reğmen, yazdıklarımı kitaplaştırmadıklarımı’ soruyorlar sürekli.
Bunu bazı dostlarımın yanı sıra, Ayten’im de sorup durdu yıllarca.
”Biz seni rahatsız etmeyelim, çekil bir kenara yaz” derdi.
Baktı olacak gibi değil,’ internette blog açmamı ve yazılarımı toplamamı’ istedi yavrum.
İsteklerini yerine getiremedim.
Olmadı…
O hırs hiçbir zaman olmadı içimde.
Ancak yakın tarih itibariyle büyük kızım Ezgi’de aynı önerileri getirince...
Ve biraz da ‘Ayten’imin vasiyetidir’ diyerek, iki ay kadar önce bir blog açtım.
Beş-on saatlik bir uğraşı sonucunda 250’ye yakın bazı yazılmışları aktardım bloga.
Gerçi şimdi blog adresini sorsanız, onu da bilmem ya.
Öğreniriz herhalde.
Yüklediklerim sadece Temmuz’dan bu yana yazılanlardı.
Yani üç aylıktı sadece.
Üretkenlik midir bu, bilmem.
‘Öyle addedenler olduğu için’ bunu söyledim.
Ama tıkandım.
Bu işin içinden nasıl çıkabileceğimi düşünürken günler akıp geçti yine.
Bir de heder olmuş yazılar vardı tabii, beni düşündüren.
Ev baskınlarında, işyeri baskınlarında el koyulanlar ve ‘kaybolanlar’.
Peki bu kadar önemsiz miydi; bütün bu yazılanlar, emekler, düşünmeler benim için?
Elbette değil.
Siz ne düşünürsünüz bilmem ama, tersine benim için önemliydi, hem de çok önemli.
Öncelikle tekrar hatırlatmalıyım: “Bütün yazdıklarım sadece kendim içindir”.
Şöyledir-böyledir, iyidir-kötüdür, şiirdir-değildir, şarkı sözüdür, güzeldir-çirkindir, işe yaramaz…
Ama benimdir; benim kendimle konuşmalarımdır onlar.
Ve bazen de sizinle paylaşmalarımdır konuşmalarımı.
Öyle olunca da, arşivlemişim, kitaplaştırmışım, çok önem taşımıyor açıkçası.
Tıpkı sözcükler gibi kaybulup gidiyor.
Belki bir-ikisi kalıyor belleklerde.
O da bana yetiyor.
Evvelki gün itibariyle, bir değerli face dostum da, ikazlarda bulundu bazı konularda.
‘Kitaplaştırmalısın’ dedi.
Sonra ikazlar ikiye ve üçe çıktı...
Görüşlerine çok değer verdiğim bu dostlarımın da ikazlarıyla birlikte, en azından ‘yazdıklarımı neden kitaplaştırmadığımı’ anlatmaya karar verdim.
Kitaplaştırdığımı değil, kitaplaştırmadığımı…
Bunun geçmişten yansıyan bir nedeni var muhakkak.
Yaklaşık 36 yıl bu neden, beynimin kıvrımları arasında bir yerlerde gün ışığına çıkmadan bekledi.
Ancak tüm bu ikazlarla birlikte, gün ışığına çıkacak gibi görünüyorlar bu günlerde.
Benim için kitap çıkartmak 36 yıl önce sona eren bir hayaldi.
Ve o günden bu yana hiç gündemime gelmedi .
Oysa iki roman ve bir kronolojik kitap tamamlanmıştı zihnimde; şiirden kitaplaştırılabilecekler hariç.
Bazı dergilerde yazılarım yayınlanmadı mı bu arada ?
Yayınlandı.
Ama hepsi imzasızdı.
Yazdıklarıma ne tarih attım, nede imza 36 yıldır.
Değilmi ki, kitaplaştırmak gibi bir amacım olsaydı eğer, imza da atardım, tarih de...
Hatta noterden tasdikletmem gerekirdi belki yazdıklarımı.
Ve saatler, günler boyu düşünmem gerekirdi üzerlerine paylaşmadan-yayınlamadan önce.
Şiirinin bir kelimesini yerine oturtamadığı için yirmi yıl düşünen şairlerimiz yok mu bizim?
Benimkilerse anlık…
Hatta taslak belki okuduklarınız.
Araçla yolda giderken bile yazılanları çoktur içlerinde.
Araçdaki yalnızlığım, en verimli olduğum durumlarımdır genelde.
Orda, şurda-burda, ne vakit ve nerede girerlerse düşünceler zihnime, o an ve orada…
Sonra üstüne tekrar düşünür müyüm bilmem; düzeltme yapar mıyım, onu da bilmem.
Anlık duygu patlamalarıdır bunlar genelde.
Üstüne kafa patlattıklarım da yok mu geceler boyu?
Olmaz mı?
Elbette var.
Var ama sahildeki kum taneleri gibi.
Yazdıklarımın pek çoğu kullanıldı, pek çoğunu da, pek çok yerde gördüm imzam olmadan.
Hatta çok büyük firmaların bile kullandıklarına şahit oldum -özdeyiş mi ne dersiniz bilmem- onları.
Halâ markalarına benim tespitim olan isimleri vermiş olan dev gibi firmalar var piyasada.
Benim önerilerimi…
Sorsan ‘kendi metin yazarlarıdır’ üreten.
Yeri gelmişken, isim vermeden bir-iki’sinden söz etmeliyim sizlere..
İşşiz ve parasız olduğum yıllar…
Bir de küçük kızım var; oyuncaklar ve bebekler almam gereken.
Alyansımı satıp bir bebek almışım ona.
Ama o kadar...
Bu nedenle gazetelerin iş ilânları, ilgi alanım.
En çok da 'yazı-çizi işleri için’ eleman arayanlar…
Bir büyük ajansa girmişim üç ay önce.
Yazıyorum-çiziyorum, yayınlanıyor gazetelerde, mutluyum.
Ancak iki ayın sonunda sendikalı tek işçi greve gitti işyerindeki.
İşyeri de karşı hamle yapınca lokavt ilan etti ve kapandı koca ajans.
Kapitalist sistem böyle işte.
Pek çok çalışan kalıverdik ortalıkta.
Daha sonra dışarıdan yazmaya ve yazdıklarımı satmaya başladım dergilere.
Bir müddet de öyle gitti.
Ve hatta, 1986’da daha çok yeni ve amatörlerken, Grup Yorum’la ilk röportajlarını da ben yaptım.
Onlar üniversiteden atıldılar (ancak bu ikazı röportaj öncesi ısrarla yapmıştım onlara; atılabilecekleri konusunda uyarmıştım), ben haberi satıp para kazandım.
Hayat işte…
Ancak dergilerdeki çalışanlar çok bozuluyorlardı bu işe.
Ben bir yazı veriyorum, onların haftalığı kadar para alıyorum karşılığında.
Ve genel yayın yönetmenleri yazıları çevirmeye başladılar bir müddet sonra.
Ama istikrar gerekiyordu para kazanmam için.
Dolayısıyla açtım Hürriyet iş arama sayfalarını, uygun bir iş arıyorum sabahtan akşama kadar.
Ve buluyorum nihayet.
İş değil.
Müracaat edilebilecek bana göre bir ilân..
Dünya çapında bir mayo firması metin yazarı arıyor.
Ancak ilânın son günüdür ve mesai bitiminde müracaatlar da bitiyor.
Saat 17.00.
Bir saat kalmış.
Açtım telefonu, ‘başvurmak istediğimi’ ilettim.
Önce ‘müracaatların kapandığını’ söylediler.
Ancak ısrarlarım karşısında, ‘istediklerini, ertesi sabah mesai başlangıcında ellerinde olacak şekilde yazıp götürebilirsem, kabul edeceklerini’ söylediler.
Bir sinopsis, yeni piyasaya sunulacak olan 20 ultra modern mayoları için isim ve slogan ve yine bu mayolara ilişkin bir broşür metni…
O gece sabahladım.
İstenenleri hazırladım ve sabah saat dokuzda firmaya giderek teslim ettim.
‘Biz sizi ararız’ dediler.
Aradan 1,5-2 ay geçmişti- geçmemişti ki, benim sloganlarımın duvarları süslediğini gördüm.
Mayolar ve benim mayolara verdiğim isimler, koca koca panolar halinde duvarlarda…
Birini hatırlıyorum.
Tanga tarzı bir mayoydu ve verdiğim isim ‘Dynamite’ iidi.
Sokaklarda, duvarlarda mayo resimlerinin üstünde, koca koca yazılarla ‘Dynamite’...
Daha sonra öğrendim ki benim broşürü de, birinci kalite bastırıp dağıtıma sokmuşlar.
Birkaç arkadaşım ‘noter tastiksiz vermemeliydin’ diye kınadılar beni.
Oysa bilmiyorlar dı ki, ne para vardı bende noter için, ne de notere gidebilecek zamanım…
Daha sonra bir Ermeni kızı arkadaşımın ısrarlarıyla gittik o firmaya yeniden.
Bütün o yazı ve mayo isimlerinin ‘kendi metin yazarları tarafından yazıldığını’ söylediler bana; gözlerimin içine bakarak.
Lânet olsun.
Hemen aklıma geliveren bir diğerini de aktarmalıyım sanırım.
Bir bankada üst düzey bir ağabeyimiz, ‘bir firmanın Türkiye sathında yağ çıkartacağını’ söyledi piyasaya.
‘Çıkartacakları yağ için marka ismi aradıklarını ve benim önerilerimi de götürebileceğini, kabul ederlerse işe bile alabileceklerini’ söyledi.
Yüze yakın öneri verdim kendilerine.
Lâkin ne arayan ne soran…
O yağ firması benim önerdiğim marka ismiyle çıktı piyasaya,
Piyasanın önemli bir miktarını elinde tutuyor şimdi.
Yani en büyüklerden.
Bütün bu yaşananlara’ ahmaklık’ diyenleriniz de olacaktır şüphesiz.
Haklıdırlar ve kabulümdür.
Ancak yazdıklarımın fotokopisini bile alacak paramın olmadığı da göz ardı edilmemelidir o yıllarda.
Fotokopileri bir arkadaşımın işyerinde hallediyordum ücretsiz.
Ve çok da farkında değildim sanırım; ahlâksızlığın, hırsızlığın böyle yaygınlaşmış olabileceğinin.
Neyse, bunları da aktardık parantez açıp.
Gittiğim bazı evlerde, benim, şiir demeye dilimin varmadığı ‘şiirlerlerimle’ karşılaştım duvarlarda.
Yanlış anlaşılmasın, İmzasız yazılr ve yayınlanırsa, duvarda da imzasız olacaktır tabii.
Kendi konum ve durumlarına göre değiştirip kullananlar gördüm; kimi izinli, kimi izinsiz.
Bunları hatırlatmamın nedeni şudur:
“Bütün yazılanlar kendime yazılmıştır.
Kimin ne yaptığı, nerde ve nasıl kullandığı umurumda bile değildir.
Tersine memnuniyet vericidir bazı durumlarda benim için.”
Kimin, ne amaçla kullandığıdır önemli olan sanırım.
Anlayacağınız, kitaplaştırmak gibi bir niyetim hiç olmamıştır 36 yıldır.
Vallahi olmamıştır.
Anlık olarak yazmışımdır çoğu yazdıklarımı.
Belki üç-beş kişiyle paylaşmışımdır.
Çocuklarım bile bilmez.
Birkaç kez, o da yayınladıktan sonra düzeltme yapmışımdır, o kadar.
Sonra da unutmuşumdur genelde.
Geçen bir arkadaşım aradı İngiltere’den.
Bana, 35 yıl kadar önce bir dergide çıkan 'şiir'imi okudu ezbere.
Şok geçirdim.
Ben bile zor hatırladım çünkü.
Zaten onca şeyi hafızada depolama şansım da olmazdı hiç; hafızamın yetersizliği nedeniyle.
Bu yazmalar belki bir rehabilitasyon çalışmasıdır, kendi içimde yürüttüğüm.
Belki masturbasyondur, rahatlamadır belki…
Konuşmalarımdır belki kendimle deliler gibi…
Belki sizlerle konuşmalarım…
Neyse ne?
Bu ön girişi yaptım ki sizlere, neden kitap hedeflemediğimi de yazmak zorunda olabileyim ardından, ihmal etmeyeyim.
Bugün, belki yarın yazarım sanıyorum.
Ve paylaşacağım sizlerle.
Biliyorsunuz kızlarım var benim.
Ay parçalarım.
Bir de küçük-küçücük köpeğim.
Sorumluluklarım çok anlayacağınız.
Para kazanmam gerekiyor ve vaktimi bunun için ayırmalıyım.
Elbette yazmalarımı da yazmalıyım.
Ama kitapla-mitapla uğraşabilecek ne zamanım var, ne de ekonomik durumum inanın.
Ayrıca sizin için bir önemi var mı bilmem.
Ama bunu yapacağım.
36 yıl sonra içimdeki bu gizi açıklayacağım.
Kırılanlar olacaktır.
Keza ben de kırgınım 36 yıldır.
Kitap yazmayacağım ya da yazdıklarımı kitaplaştırmayacağım.
Neden kitap yazmadığımı ya da bunca yazıyı kitaplaştırmadığımı anlatacağım sizlere.
Şu yazdıklarımı da, kendi sayfam dışında başkaca platformlarda da paylaşacak değilim.
Kendi sayfama koyacağım, isteyen okuyacak.
Ve şunu da belirtmeliyim belki:
Ölümden sonra anılmanın da pek bir önemi yok benim nezdimde.
Çünkü ben bir materyalistim.
Yazdıklarımın nasıl okunduklarını görüp cennete kabulüme onay verecek değildir kimse.
Ne yapıyorsan hayattayken yani.
Bütün faydan, bütün hayrın hayattayken olmalı.
Öldükten sonrası sana ait değildir artık.
Öldükten sonrası bitiştir; hiçlik...
Yazılıp yayınlanmış olanlar kalacaktır bir müddet belki, eğer bir Dostoyevski değilsen.
Yazılıp yayınlanmayanlar ise yeniden yazılacaklardır.
Daha iyisiyle, daha güzeliyle, daha gerçeğiyle…
Sevgiyle
16.10.2019
Yorumlar
Yorum Gönder