> MUHTEŞEM KADIN - YAZI

 

BUGÜN BENİM ÖLÜM GÜNÜM – 2 –

AYTEN’İN ANISINA

 

MUHTEŞEM KADIN

 

Kadınların tümü muhteşemdir elbette.

Çünkü onlar kadındır.

Pek çoğu erkek mentalitesi, hegemonyası ve şiddeti karşısında kişiliklerini yitirmiş olsalar da, mental değişime uğramış olsalar da, kendi değerlerini unutmuş olsalar da... 

Onlar kadın.

Onlar muhteşem.

Biri de benim Ayten’im.

Dün gece, biraz aşağıda şiire benzer bir şey paylaştım, onun ikinci ölüm yılı nedeniyle.

Hazin bulabilirsiniz bazılarınız.

Ölüm hazindir çünkü.

Bu yazıda ise, onun öne çıkan iki vasfını aktaracağım sizlere.

Cesaret ve vefa.

Daha nice vasıflarından sadece ikisi…

 

Ayten öldüğünde dahi haymatlos (vatansız) bir adamdım.

Yirmi yıla yakın süren zorlu bir süreçti bu.

Resmi belgelerde ‘ölü’ydüm.

‘Hiç’tim…

‘Yok’tum.

Resmi hiçbir yerde,  resmi hiçbir şey işlem yapamazdım.

Çoğu zaman özelde bile.

Üniformalılardan uzak durur, her an tedirginlikle atardım adımlarımı.

Buna rağmen bulurlardı.


On-onbir yıl oldu sanırım.

Belçika’da öğretim üyeliği yapan ve Belçika’da çok saygın bir konumda bulunan bir arkadaşım, Türkiye’deyken, sabahın köründe ve çok tantanalı bir şekilde evi basılmak suretiyle göz altına alınır.

Eşi derhal bana telefon etti.

Ben de ulaşabildiğim her yere telefonlarla ulaşıp (İnsan Hakları Derneği, devrimci-demokrat avukatlar-çevreler vb.) durumu bildildim.

Sonra mesai başlangıcına doğru Şişli’deki işyerime gittim.

Çok geçmedi ki Terörle Mücadele Timleri tarafından, işyerim basılmak suretiyle göz altına alındım.

Aynı saatlerde evimizi de basıyor Terörle Mücadele Timleri.

Köpeği düdükle kaçırtıyor ve dalıyorlar içeriye, bir yığın üniformalı.

Komple bir arama.

Ayten’in cesur davranışları onları çok etkiliyor ve frenliyor.

Sonrasında onu aktardılar bana.

Savcılığa çıkmak için Vatan hücrelerinde birkaç gün beklettiklerinde, polisler hücreme gelip-gelip Ayten’den bahsettiler bana ve saygıyla: ‘Ne kadın ama…’

Ben de gururla dinledim tabii.

Çay bile yapmış yavrum, polisler evi talan ederken; o kadar soğukkanlı.

Bütün bu işyeri ve ev baskınlarının nedeni, o akademisyen dostumun eşinin, polisler evlerini boşalttıklarında panikle beni telefonla aramış olması.

Çünkü söz konusu olan örgüt, o dönemlerde çokça manşetlerden inmeyen silahlı-bombalı eylemler yapan sol bir örgüt.

Benim ne işim olabilir ki bu örgütle?

Hiç...

Nitekim savcılık da benim örgütle ilişkim olmadığına ikna olmuş olacak ki, ‘Sizi yanlışlıkla almışlar Kudret bey’ diyerek salıverdi.

Sadece bir tanış ilişkisi.

Başka ne olabilirdi ki?

Öyle demeyin, savcılık bıraktı ama, mahkeme yakama yapıştı.

Göz altındayken takipsizlikle salıverilmeyi beklerken, davaya dahil olduğumu öğreniyorum.

O sıralar Filistin Halkıyla Dayanışma Derneği’nde yöneticiydim.

‘Vay ben ne arar mışım o dernekte de, mutlaka ilişkim olurmuş da.’

Bu derneğin ismi de zekredilecektir sonraları iddianamede.

Ben de çok yersiz olarak derneği savunmak zorunda kalacağım..

Peh, peh, peh, peh…

Sanki kendileri Filistin Halkının destekçileri değil.

Ne diyelim burası Türkiye.

Burada işler hukukla değil, politikayla yürür.

Telefonla konuşmak, hukuki destek aramak, silahlı terör örgüt üyeliğine dönüşür mü, dönüşür.

Neyse…

Uzunca bir süreç sonunda beraat ettim.

Akademisyen arkadaşım da beraat etti ve Belçika’ya döndü.


Bu arada biraz geriye dönerek...  

Savcılık gözaltı merkezinden salıverilmeyi beklerken, apar topar Yabancılar Şube’ye götürülüyorum.

200’e yakın, dünyanın her tarafından –özellikle Afrika ülkeleri- pek çok kaçak ve deport bekleyen yabancının yanında, bir Türk köken olarak ben.

Önceleri ajan olduğumu düşündüler, anlayamadılar ‘bir Türk olarak niçin orada olduğumu’ ve uzak durdular.

Ama sonraları müthiş ilişkiler geliştirdim pek çoğuyla.

Üç kuruşumu paylaştım, sigaramı paylaştım, yemeğimi paylaştım.

Bu arada ‘25 kuruşun bile ne büyük para olduğuna’ orada vakıf oldum.

Histindas’tan Nijerya’ya devamlı aradılar sonrasında sık sık…

Bu arada  örgütün ismi de duyuldu ya Yabancılar’da;  Şube’de bir telâş, bir panik…

(Örgüt ismini burda telâffuz etmeyeyim ki, belki aranızdan korkanlar olabilir. Ki insanca bir tepkidir bu. Ancak bilinmeli ki, Ayten’imin en yakın arkadaşları da korkudan ilişkilerini kesmişlerdi o dönem onunla ve bu durum çok yaralamıştı onu. O ki, cezaevi,  şu-bu yardıma muhtaç bütün arkadaşlarının yanında olmuştur her zaman, cesurca; hiç  düşünmeden, hiç hesap yapmadan koşturur giderdi.)

Şube'ye ilk defa böyle bir adam -ben- gelmişim ya ne yapacaklarını bilemez görevlilir.

Şube Müdürü her gün odasına aldırtır beni, kayıt cihazını çalıştırır ve yüzlerce soru sorar ardı ardına.

Sanki dava savcısı kendisi.

Hep aynı cevapları almaktan bıkmaz.

Her gün, her gün, sorar da sorar…

Hani bir şey bilsem, insanlık halidir bu, olur ha belki aktarırım.

Zerre bilgim yoktur, gazete manşetleri dışında.

Herkes ne biliyorsa o.


Şmdi gelelim işin Ayten’imle ilgili yönüne.

Ben düştüm ya yabancılara, Ayten ortalığı ayağa kaldırır.

Pek çok avukatı seferber eder.

Basın toplantıları düzenler Sultanahmet’te.

Foto muhabirlerini alır Yabancılar'ın önüne getirir.

Ben çıkarım caddeye bakan Nijer’lerin odasından demir parmaklıklara, konuşma yapar, zafer işaretli pozlar veririm.

Nijerlerden izin alarak yaparım bunları.

Bir müddet sonra bu coşkuya onlar da katılırlar.

Ayten'den başkaca da gelen-giden yok zaten.

Ne vicdani redciler, ne siyasiler…

Kolay mı öyle Ayten gibi olmak?

Ancak idarenin durumu çakozlamasıyla benim demokratik eylem sona erer.

Hadi tekrar ve daha sık Müdür odasına…

Nasıl olmuşsa Ayten'in içeri soktuğu bir cinayet romanını da neredeyse bütün memurlar okuyacak.

Alışık değiller öyle kitaba-mitaba.

'Ne yazıyor bunda? Ne okuyorsun? Neden okuyorsun?'

(Bu arada parantez açıp şunu da belirtmeliyim ki, daha sonra aktaracağım şekilde Askeri Hastanelerde müşahade altındayken, pek çok kitap getirtmiş ve okumuştum. Görevliler, kitapları askeri doktorlar görmesinler diye sürekli beni uyarırlar, vizite başlamadan  önce elimden alırlardı. Onlara göre kitaplar, mikrop yuvasıydılar. Doktorlar görmemeliydi.)

Neyse devam edelim:

Bu arada üç tercih sunar bana Yabancılar Şube Müdürü: Afrika’da üç ülke… ‘Ya üçünden birini tercih edeceksin , ya da biz istediğimiz yere  deport edeceğiz seni’ der..

Yani pasaportsuz, hüviyetsiz gönderecekler.

Ve zaten hangi ülke kabul eder ki belgesiz-kayıtsız adamı.

Steven Sielberg tarafından yönetilen, Tom Hanks tarafında başrol oynanan Terminal filminde olduğu gibi bırakacaklar beni bir havaalanı terminale.

Ondan sonra ayıkla pirincin taşını.

Açıkçası bir tercih yapamadım.

Hani Hawaii falan deseler anlayacağım da…

Ve tabii bir de arkamda kapı gibi Ayten var.

Değilmi ki Ayten her gün gelir Yabancılar’a, çıngar çıkarır.

‘Ziyaret anayasal hakkım’ diyerek dayatır ve Müdürü iyice bunaltır.

İlk gelişinde, ilk ve son olarak  görüştürürler onunla beni ama, müdür sık sık ‘ağırlamak’ zorunda kalır Ayten’i.

Sonunda bu kez, Ayten’e ilişkin olarak çıkartılırım birkaç kez Müdür’ün  makamına.

Müdür yılgın ve umutsuzca dert aktarmaktadır bana.

Sanki müdür benim de, o talepte bulunur.

‘Şu kadına söyle bir daha gelip buralarda tantana etmesin’ .

‘O sizi dinlemediği gibi, beni de dinlemez, doğrusu neyse onu yapar sayın Müdür. Boşuna uğraşırsınız.’

 Ve Ayten gelmeye devam eder.

Ta Sarıyer’lerden Karagümrük'e gelir her gün, çocukları emanet edip birilerine ve işi gücü ve para kazanmayı bırakıp…

Aslında ben yorulurdum onun adına.

Birkaç kez ‘boşa beni rahat et’ demişliğim vardır geçmişte

‘Senin için sadece bir dilekçe… ‘Benim gelmeme bile gerek yok duruşmaya. İlk celsede tamam. Hayatına bak. Keyfini sür. Kurtul koca bir koca belâsınan. Sonuçta kocan ölüdür kayıtlarda.’

Onun da beni fırçalamışlığı vardır çokça…

İnanır mısınız, küçük kızımız  Nisan’ın nüfus kağıdını bile, benim durumum çözüldüğünde aldık. Sanırım doğduktan altı yıl sonra.

Nüfus   kağıdına babasız geçirmek istemedi yavrum, Nisan'ı.

Neyse bu arada noter noter gezip benim vekaletname çıkarmam için çabalıyor Ayten.

Noterler reddediyor, ne yapacaklarını bilemiyorlar.

Ama nasıl oluyorsa bir noterden çıkartıyor vekâletnameyi.

Hadi davalar açtık ben olmadan.

Cumhurbaşkanına, Başbakana, Bakanlara, Emniyet Müdürlükleri’ne, Yabancılar Şubesi’ne.

Biraz gereksiz bir dağılma olsa da bu durum, konuya Ayten müdahil olunca sınırı yok.

Sonunda ‘Ayten’in benim zimmetimi kabul etmesi ve askerlik şubesine başvurmam halinde  deport edilmeyeceğimi’ öğrendik.

Nitekim Ayten'e zimmetlendim.

Tıpkı DMO kaşeli bir silgi-kalemtraş gibi ve kavuştuk.

Yabancılar’dan çıktık ya Ayten kolumdan tutup askerlik şubesine götürdü beni.

Şube’den söylenen şu: ‘Hemen askere giderseniz vatandaşlığınız geri verilir, yoksa verilmez.’

‘Hayır’ dedim; ‘Ben yetkili mercilere müracaatımı yapacağım ve dava açacağım.

İşte o zaman içtenlikli bir aferin aldım Ayten’den.

‘Bunca yıldan sonra burda farklı davransaydın, asıl o zaman boşardım seni’ dedi.

Ayten’den gelen tehdit büyüktü.

Nitekim gerçek belgelerle tekrar dava açtım ilgili bakanlıklara.

Ayten’e eşi olarak zimmetli olduğuma dair beldem vardı ya (yani onun malı olarak zimmetliyim üstüne) kimse, artık hibir yere götüremezdi beni.

Devlet malına zarar-ziyan, gasp-masp olr muydu bilmem. 

Ancak bir yılbaşında Bolu’da bir oteldeyken  jandarmadan kurtulamıyorum bu kez.

Otele geliyorlar bir sabah vakti.

15 gün içinde, derhal teslim olmam doğrultusunda bir tebligat yapıyorlar.

Ve para cezaları…

Ardı ardına yüksek miktarlı idari para cezaları.

Ailemi bu risk altında bırakamazdım.

Dönüşte gittim askerlik şubesine.

Sonrasında üç yıl boyunca 10'ar gün kadar olmak üzere askeri hastanelerde müşahade altında kaldım.

Defalarca kurullara çıktım.

Bu arada onbinlerle ifade edilebilecek para cezaları…

Ama sonunda bu işi bitirdim.

Teferruatlar başka yazıya artık.

Hükümete açtığım davayı kazandım ve vatandaşlığa geri döndüm.

Hükümet Danıştay bünyesinde itiraz etti.

Ama durum o kadar açıktı ki, onu da kazandım ve vatandaşlık kayıtlarına yeniden girdim.

Haymatlos hayatım bitti.

Ama Ayten’im göremedi maalesef.

Çünkü davanın kesinleşmesi onun ölümünden sanırım 2 ay kadar sonra oldu.

Ah Ayten’im olmasaydı, şimdi kimbilir hangi ülkede, bir köprüaltında sürünmedeydim.

Ne söyleyebilirim ki…

Ayten’in, daha pek çok vasfının yanında, efsanevi cesareti, kararlılığı, cüreti...

Kadın zaten muhteşem bir varlık değil mi?

Ama Ayten daha da muhteşemdi.

 

Birbirleriyle az bağlantılı olsa da, biraz mizahi,  bir başka anıyla sürdürmeliyim olayı.

Biliyorum uzun oldu.

Ama onu sevenler katlanacaklardır.

 

Yabancılardan çıkmışım.

Hayatımda kırıntısını görmediğim eroinin boğucu dumanları arasında günler geçirmişim.

Nerden bulurlar, nasıl sokarlar sürekli kilit ve gözetim altındaki o mekânlara ayrı konu.

Çıktım ve eve geldim ki, ağır bronşitim.

Zaten Ayten de uğrayamamış uzunca bir süre eve.

O sıralar -ayıptır söylemesi- 4 katlı bir villadayız. Yalı dairelerinde, villalarda da kalmışlığımız vardır elbette, ama özellikle bendenizin İstanbul’da bulduğum evlerin merdiven altlarında ya da parklarda konakladığım da olmuştur.

Yani bazen siz uyacaksınız koşullara, bazen koşullar size.

Vardır ya da yoktur.

Her ikisi de 'takdiri ilahi' değil mi sonuçta.

Ev çok büyük ya…

Zaten baskın yemiş…

İster istemez ilgisizlikten toz kaplamış….

Benim de bronşit nedeniyle temizlik yapabilme kabiliyetim sıfırlanmış.

Zaman zaman yardımcı kadın çalıştırırdı yanında Ayten.

Büyük evlerde ve işleri çok yoğun olursa…

Yemek, ev toparlama, toz-süpürme vb.

Benim de desteğimle acele yabancı bir kadınla anlaştı.

Ve kadın eve geldi.

Esas hikâye bundan sonra.

 

Allahım o ne?

Bir kadın…

Ayakkabılar  kırmızı rugan; göz kamaştıran  bir stiletto.

Stringi görünecek kadar kısa siyah, vücudu saran deri bir etek.

Ve yine üstünde müthiş seksi bir hava veren dekolte, kıpkırmızı bir saten bluz.

Yürüdükçe kendi rüzgârıyla uçuşuyor.

Sarı saçlar, kara gözler, müthiş albenisi olan bir makyaj…

Marilyn Monroe, Brigitte Bardot sanki…

İnanın olmuştu da, böylesi hiç olmamıştı.

Ve kadın o kıyafetlerle evde dolaşıyor.

Yine parantez açarak şunu belirtmeliyim ki, Ayten hep güzel, alımlı, çekici,iyi giyinen, iyi konuşan, kültürlü yardımcılarla çalışırdı

Kendisi de öyleydi de, belki ondan..

Onlara beraber gezer, sohbet eder, masada düzgün birilerinin olmasına özen gösterirdi.

Neyse…

Ben nereye kadın oraya evde.

Hatta kulağıma şöyle söylentiler de gelmiyor değil.

Küçüm kızım Nisan, o zaman 5 yaşlarında belki, şifreli mesajlar taşıyor kadından bana: ‘Baba ….. abla seni çok yakışıklı buluyormuş.’

Hoppalaaaaa…..

Sonuçta bilgisayarımı aldım ve göz önünde, mutfaktaki masada çalışmaya başladım.

Ama kadın da gününü orda geçirmeye başladı.

Ayten farkında bile değil bu durumdan

Kadın bir bulaşık yıkıyor, benim çalışabilme şansım hiç yok.

Başımı çevirsem olmuyor, şiâyet etsem karakterime uymuyor.

Ve artık bekliyorum ki, Ayten hanım bir an önce çaksın vaziyeti.

Çakmıyor…

Tamamen büyük tahrik ve tehdit altındayım.

Bu arada bizim misafirler sıklaşıyor.

Hiçbir akşam boş geçmiyor.

Yemeğe gelen çiftlerin beyleri beni zaman zaman çekip bir kenara soruyorlar: ‘Yahu Kudretçiğim, benim eşim de çok yoruluyor. Bir surpriz yapıp ona, biz de mi alsak böyle bir yardımcı?’

‘Hee…..’ diyorum.

Ve adres olarak Ayten’i gösteriyorum.

Coşkular yerini asık suratlara terkediyor anında.

Ve kimse, olağandır ki Ayten’e danışmıyor.

Devam edelim bakalım.

Baktım olacak gibi değil.

Ayten'in ve benim en yakın arkadaşlarımdan birini çağırdım ve sordum: ‘Yahu Pakize… Ayten sence beni boşamaya mı çalışıyor? Yoksa bana test mi uyguluyor? Ya da boşarsa  haklı bir boşanma nedenine dayanacağı  için vicdanen rahat olacağını mı hesaplıyor, ne dersin?’

Pakize’de bir kahkaha….

‘Olur mu ya Kudret. O sana her şeyden çok güveniyor. Aklına bile gelmez.’

Evet aklına gelmezdi. 

Söz konusu olan Ayten’se benim de hiç aklıma gelmedi.

Hiç hesap vermeden yaşadık biz onunla.

Hiç baskı görmeden.

Özgürce...

Hiç aldatmaya tevessül etmeden.

Olamaz mıydı? 

Olabilirdi elbet.

İnsandır bu.

Olabilir.

Ve en insani zaaflardan birisi de bu değil mi; hem erkek için, hem kadın için?

Ama bir de irademiz yok mu hayvanlardan farklı olarak?

İrademizi zorlayarak frenleyemez miyiz igüdülerimizi?

Ne bileyim, buna gerek varsa elbet.

Ben gerek görmüşüm ki frenledim.

Frenleyemeyenler üzülmesinler.

Değer mi değmez mi bunu düşünsünler.

Buna gerçekten ihtiyaç duyuluyor ve önüne geçilemiyorsa, asla eşlerini rencide etmesinler.

Eşlerini asla 'aldatılmış kadın' durumuna düşürmesinler.

Biz Ayten'le hiç sormadık birbirimize; kimdir o arayan, necidir, nereye gidersin, niçin gidersin, niçin geç gelirsin?

Sanırım yüzde yüz güven ilişkisiydi bizimkisi.


Ah Ayten’im…

Hayatta olduğun sürece ve aramızda ne yaşanmış olursa olsun aldatmadım seni. 

Evet o sarışın da irademi çok zorladığım doğrudur.

Ama tevessül etmedim.

Zaman zaman yalpalamadım mı, yalpaladım. 

Ama felâketlere yol açmadan toparlandım.

Bilesin benim karım.

Seni aşağılayacak, senin onurunu kıracak, seni incitecek, seni rencide edecek hiç bir şey yapmadım.

Topraktasın... 

Yoksun... 

Duymuyorsun...

Ama bilesin…

 

 

 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

KANDIRA'LI BİR ÇİNGEN - MUSTAFA KANDIRALI - YAZI

MİLİTARİZM, ASKERİ DARBELER, DEVRİMLER - YAZI - SİYASİ

MOMMY MOMMY - YAZI

DAHA 13 KERE İNTİHAR EDEBİLİRSİN - YAZI

> BABAYIM BEN - ŞİİR

BİR YALAN TAKTİK - İYİ POLİS - YAZI - POLİTİK

HAY BEN BÖYLE TOPLUMUN - KISA YAZI