BİR İNSAN ÖLDÜRMEK -ÖYKÜ

Bugün dünya öykü günüymüş.
Ne demekse.. .
Neyse...
Anlamına kelâm etmek de anlamsız.
Bir öykü de benden o halde.
Bilmez miyim ki mucizedir okuyucu bulmak.
Hele bizim gibi okumayı günah saymış, okuma yerine okumamayı şiar edinmiş bir toplumda...
Çok eskilerden ama hayata dair.
Ve hiç değiştirmeden.
Bir 17 yaş öyküsü.
BİR İNSAN ÖLDÜRMEK
Karabasanlarla dolu bir gecenin ardından gözlerimi açıyorum.
Yine o kahrolası sıkıntı içimde.
‘Bugün Pazar’ olmalı diye mırıldanıyorum.
‘Evet evet, mutlaka Pazar… Her Pazar bir dut tırtılı gibi içimi kemiren bu sıkıntı öldürecek bir gün beni. Belki hiç gözlerimi açmaksızın defnolacağım bir Pazar sabahı. Yüzümü yıkasam, soğuk duş yapsam... Iıh, yararı yok. Onlarca kere denedim bunu. Hayır, yüzümü bile yıkamaksızın yatağa gömülmeliyim bugün.”
Yeniden uyumaya çabalarken gazeteler düşüyor aklıma. Tembelce doğruluyorum yataktan. Beklenmeyen bir şekilde pencereye atılıyorum. Camı açıp derin derin soluklanıyorum. Sanki havayla birlikte hayatı da çekmek istiyorum ciğerlerime. Güneş yükselmiş, gün öğleye varmış bile. Aah, ertesi sabahı da bir görebilsem! Gövdemi sürüyerek sokak kapısına yöneliyorum. Gazeteler her zamanki gibi beni bekliyor. Ve gerisin geri yine yatağa. Haber sayfaları, spor sayfaları, magazin… Belli ki sıkıntımı dağıtmaya yetmeyecek hiç biri. Bir anda aklıma geliveren parlak bir fikirle ışıyor gözlerim: “Bulmaca çözmeliyim. Böylece biraz olsun zihnim açılır, kendime gelebilirim belki.”
Bu umutla kalemlikten bir kalem çekiyorum. “Uff kalem değil bir tanker sanki çektiğim. Bütün kaslarım ha koptu, ha kopacak. Her yanıma binlerce iğne batırılıyor. Geceleri birisi narkoz mu veriyor yoksa bana? Hele beynim…”
“Divan edebiyatının en büyük şairlerinden biri…”
“Nedim” diyorum kendi kendime. Muzafferane bir şekilde kareleri sayarken, sayfanın sol üst köşesindeki bir ilâna takılıyor gözlerim. Tıpkı bir çuvaldıza takılmışcasına acıyor. Kendimi doğrulamak istercesine ilândaki yazılara göz gezdiriyorum. “Oryantâl dansöz Filiz… Filiz… O…”
“O… Evet o… Bu alacalı-bulacalı makyaj… Bu sapsarı saçlar… Bu kopkoyu, karanlık gözler… Evet evet o… Hiç kuşkusuz o…”
Bir an sonumun yaklaştığı hissine kapılıyorum. Dayanılmaz bir acı üretiyor bedenimin her zerresi. Yüreğimde odaklanıyor sonra. Böyle geliyor olmalı ölüm. Korkunç… Yüreğimin eti ha koptu, ha kopacak. Sızlıyor. Sızım sızım sızlıyor. Lânet olsun! Unuttum zannettiğim bu acı… Lânet olsun! Yıllar sonra bir gazetenin sayfaları arasında buluverdi yine beni. Hem de Allah’ın belâsı bir Pazar günü. Nasıl dayanabilirim? Panik içinde fırlıyorum yataktan. Tirinitrin ararcasına şiir dosyamı arıyorum çekmecede. Çekip çıkartıyorum. Ellerim, bacaklarım, her yanım tir-tir titriyor. Yüreğimin atışına hükmedemiyorum. Göğsümden fırlayıverecekmiş gibi. Bedenimin her yanı isyan ediyor. Bedenimin her yanı cinayetimi haykırıyor. Aradığım şiiri, sabırsızca yırtarak çekip çıkartıyorum dosyadan. Kimbilir, ‘bu şiirin acılarıma panzehir olacağını’ düşünüyorum belki. Cinayetimi itiraf ettiğim bu şiirin… Oysa okuyacak cesareti bile bulamıyorum kendimde. Puslanıveriyor bütün dizeler. Puslu görüntülere gözyaşlarım boşanıveriyor ansızın. Engel olamıyorum akmalarına. Yüreğime sığmayan acılar, gözlerimden fışkırıyorlar şimdi. Tanrım, göğsümdeki bu basınç… Bir mengenede gibiyim. Soluklanamıyorum. “Gerçek bu” diyorum son sözlerini söyleyen bir komalık gibi. “Gerçek bu… Katiliz biz… Öldürdük onu…”
BİR KOCA İSYANLA İÇİMDE,GENÇTİM
Oniki ya da onüç yıl öncesi. Gençliğimin en ‘filinta’ dönemi yani. Onyedi yaşlarım…
Okul hayatımda oldukça başarısız bir öğrenciydim. O yıllarda liseyi bitirmiş olmam gerekirken, lise birinci sınıftan belgeliydim. Kimileri için bir yüz karasıydım yani. Kimya derslerinde okulu kırmamı, tarih ve coğrafya derslerinde uyumamı engelleyebilecek bir öğretmen mevcut değildi. Okula gitmek, ölümüme adımlamak kadar zor geliyordu bana. Dünyanın dört bir yanında her gün binlerce insan ölüyordu. Yaşlılıktan ya da alın yazısından değil. Açlıktan, yoksulluktan, vahşetten… Ve bütün bunları bilirken, kaygısızca derslere devam etmek kahrediyordu beni. Ne mühendis olmayı, ne mimar olmayı bekleyebilecek sabrım yoktu. Toplumsal bir uğraşı edinmek ve böylece kendi çapımda açlığa, yoksulluğa ve vahşete karşı durmak istiyordum. Ayrıca bunun için mühendis ya da mimar olmaya da gerek yoktu. İnsan olmak yeterliydi. Yalnızca kendi geleceğim için değil, insanoğlunun geleceği için de çabalamak istiyordum. “Bu çocuk okumaz” diyordu bir çok kişi. Oysa okuyordum. Delicesine okuyordum. Tolstoy okuyordum, Dostoyevski okuyordum. Hugo, Stendhal, Politzer okuyordum. Buna rağmen “tembel” diyorlardı bana. Yalnızca onların istediklerini okumadığım için böyle söylüyorlardı. Evet, tarih derslerinde uyuyordum ama, bırakınız Osmanlı tarihini Avrupa tarihini biliyordum. Tek istediğim kendimi kendimce eğitmek, kendimce yetiştirmekti. Bu nedenle “isyankâr” diyorlardı. Kimbilir doğruydu belki. Köhnemiş, çürümüş, miadını doldurmuş her şeye, her şeye, her şeye isyan ediyordum.
VURSAM ŞU RADYOYU YERE, YA DA CAMLARI YUMRUKLASAM…
Yağmurlu bir gündü. Bense oldum olası yağmuru hiç sevmem. Özgürlüğümü boğmak için iner gökyüzünden sanki. Büyük bir kasvet ve karamsarlık yerleştirir içime. Üstüne üstlük korkunç bir tartışmaya sahne oluyor o gün evimiz. “Bırakın beni” diye haykırıyorum. “Bırakın beni gideyim. Çalışmak istiyorum. Hayatımı ben kazanmak istiyorum. Ne olur karışmayın artık geleceğime. İnanın sınavları veremezsem, hamal olmaya razıyım ben. İnanın. Hamal olursam yük olmayacağım size. Rahat bırakın beni, karışmayın artık geleceğime. Karışmayın ki, çalışabileyim, verebileyim sınavlarımı.”
İki yıl önce orta üçüncü sınıftayken yaz tatilinde Dalyan’a gitmiştik. Babam beni sabah kapatıyordu bir odaya ve çalışmamı istiyordu. Bir tek sayfa okumamıştım üç ay boyunca ders kitaplarından. Ama onun dışında neler okumuştum, neler.
Tartışmanın etkisi büyük oluyor içimde. Bütün gün ağlıyorum odamda. Tutsaklığıma ağlıyorum. Babaya muhtaçlığıma ağlıyorum. İstediğimce gidemediğime ağlıyorum. Gidemiyorum çünkü, yatağa düşüyor annem sonra. Gözyaşlarım da boğamıyor isyanımı. Yazıyorum. Saatler, saatler boyu yazıyorum. Yazdıklarımla konuşuyor, tartışıyor, dertleşiyorum. Bir an geliyor ki, kâğıtlar da yetmez oluyor. Bir şeyler yapmalıyım. Şu radyoyu yere çalmalıyım örneğin. Ya da camları yumruklamalıyım. Aah hiç biri, hiç biri bana ait değil ki… Böylece giderek kabaran bir öfkeyle gece yarısını ediyorum. Karşımızdaki evde oturan Tarık’ın ışığının yanmasıyla ona gitmeye karar veriyorum. Canım arkadaşım… Ama onun da yaşam biçimi pek hoşuma gitmiyor son zamanlarda. O yoz yaşantı, kalın bir duvar gibi yükseliyor Tarık’la aramızda. Dedesi, mimarlığı kazanması üzerine o son model Mercedes’i aldığından bu yana değişti. O cânım arkadaşım gitti, gözlerinde sahtelik okuduğum bir başkası geldi. Benimle arkadaşlığı doyurmuyor artık onu. Her gün diskoteklerde sabahlıyor, esrarkeşlerle, hapçılarla dolaşıyor. Hemen hepsi de zengin çocukları. Pislik dolu bir dünyanın gözdesi oluyor giderek. “Değişme, değişme Tarık. Ne olur!” Bu düşüncelerle ona gitmekten de vazgeçip, amaçsızca sokak kapısından çıkıyorum. Ailem gece dolaşmalarıma alışık uzunca bir süredir. Önüne geçemediler, geçemiyorlar. Boş sokaklarda amaçsızca yürümek, düşünmek öylesine mutlu ediyor ki beni. Uzunca bir yürüyüş sonunda Maltepe’ye geliyorum. Pavyonlar semti Maltepe…Kafam kazan gibi. Bir pavyonun önünde durmakta olduğumu görüyorum şaşkınca. “Ne arıyorum burada? Böylesi yerlere, kadın pazarlanan böylesi yerlere, insanın insan olma onurundan uzaklaştırıldığı böylesi yerlere sonuna kadar karşı olan ben, ne arıyorum burada? Neden bacaklarıma burada “dur” emrini verdi beynim? Ne istiyorum? Hiçbir şey düşünemiyorum oysa. Pavyonun önünde durduğumu gören kapıdaki pos bıyıklı, iri-yarı adam koşarak yanıma geliyor. Eğilerek “buyurun” diyor. Bıyıklarım onu da yanıltıyor belli ki. Bıyıklarım öylesine gür ve siyah ki, kimse onyedi yaşımda olduğuma inanamıyor. Fiziğim de yaşıtlarıma göre daha gelişkince. “İşte bu adamda rahat yirminin üzerinde sandı beni.” Bir an girip girmemekte tereddüt ediyorum. “Ya polisler basarsa… Ya reşit olmadığım anlaşılırsa….Adaaamm sende” diyorum içimden. “Şimdikinden kötü olacak değil ya.” Yüzüme sert bir ifade verip, kırk yıllık pavyoncu gibi giriyorum, tâk cücesi kapıdan. Gözlerim salonun karanlığına alışıncaya kadar oracıkta dikiliyorum. Sonra berraklaşıyor görüntüler. Her yanda yarı-çıplak kadınlar… Bir sürü… Sahnede ise bir sarışın oynuyor. Gözlerimi ondan ayırmaksızın köşedeki bir masaya ilişiyorum. Votka-limon ısmarlıyorum. Garsonun konstromatris önerisini geri çeviriyorum. Peşisıra içkimin gelmesiyle birlikte kaygılarımdan kurtulup, gevşiyorum. Gözlerimi sahnedeki kadından bir türlü alamıyorum. Böylesini yalnızca filmlerde gördüm o güne kadar. Öylesine etkileyici oynuyor ki… Bir süre sonra, o da fark ediyor beni. Bakışlarıyla süzüyor ve masama doğru kalça kıvırıyor. İçimde bir şeylerin kıpırdadığını hissediyorum. Bir şeyler oluyor içimde. O güne kadar tatmadığım bir duyguyla kabarıyor yüreğim. Programı bittiğinde kıpkırmızı bir tuvaletle tekrar salona geliyor. Bir müddet gözlerini bana dikip yakın bir masada oturuyor. Sonra kalkıyor ve masama yöneliyor. Yanıbaşıma gelip, “oturabilir miyim” diye soruyor. “Şeyy” diyorum, “tabi oturun ama…” Tam otururken çaresizce; “özür dilerim, size içki ısmarlayabilecek param yok benim” diyorum. Utancımdan neredeyse masanın altında kaybolup gidecekken, “önemi yok” diyor. “Bu bıyıklarla beraber olmak için para istemem. Saat beşte ilerideki benzincinin önünde bekle beni.” Gülerek uzaklaşıyor. İçkimi bitirmemle birlikte 150 TL tutan hesabı ödeyip çıkıyorum. İki saat boyunca sokak aralarında turluyor, düşünüyorum. Kadının beni neden çağırdığını anlayamıyorum. Ne olacağını bilmediğim için korkuyorum da biraz. Toyluğuma sövüyorum ve saat tam 5.00’te bütün tedirginliğimle birlikte benzincinin önünde oluyorum. Beş-on dakika sonra bir taksi yanaşıyor. Kapı açılıyor;”gel” diyor. O… “Ama”diyorum şaşkınca. “Hadi gel” diyor. Bir gece klübünün önüne çektiriyor arabayı. 30 TL tutan ücreti ben ödüyorum. Ve başlıyorum hayat hikâyemi anlatmaya: “Öğrenciyim ben” diyorum. “Ve hayatımda ilk defa geldim pavyona. Gece klübüne ise hiç gitmedim. Cebimde de sadece 20 TL kaldı.” Allah’tan yaşımı sormuyor. Elimden tutup çekiyor, giriyoruz. Loş bir köşeye oturuyoruz. Kısa bir süre sonra ansızın uzanıyor, öpmek istiyor. Panikliyorum. “Lütfen” diyorum. Sarhoşsun. Hem çok kalabalık burası.” “Hep bizim kızlar” diyor. “Kim olurlarsa olsunlar, olmaz” diyorum. Yeniden dudaklarıma uzanırken sertçe çekiyorum başımı. Şaşırıyor. “Erkek değil misin yoksa?” diye çıkışıyor. “Sus” diyorum. “Amacım bu değil. Güzel kadınsın. Hem de çok güzel. Ama burada ve böyle olmaz. Bırak. Şu an çok mutluyum ben. İlle de bir şeyler vermen gerekmiyor.” Sözlerim üzerine bardağındaki rakıyı fondip edip, olanca gücüyle sıkmaya başlıyor bardağı. Zorla alıyorum elinden. Suskunlaşıyor ve elimdeki bardakta donuklaşıyor bakışları. Bir anlık bir hareketsizlikten sonra, bıyıklarıma uzatıyor ellerini. Dokunuyor, okşuyor. “Ben de” diyor. “Ben de çok mutluyum.”
Hesabı ödüyor, çıkıyoruz lokalden. Yine gelmemi istiyor pavyona. “Gelemem” diyorum. “Hem para da bulamam.” Bunun üzerine ev telefonumu ve adresimi alıyor. “Arayacağım seni” diyor.“ “Gel, kahve yaparım sana” diyorum. Çankaya’ya kadar yürüyoruz. Lüks bir apartmanın önünden ayrılıyorum. Salına salına Bahçeli’ye adımlıyorum.
Ertesi gün tekrar gitmekten alıkoyamıyorum kendimi.Tarık’tan aldığım 200 TL borçla, gece yarısını biraz geçe aynı pavyona dalıyorum. Yine programı sonrası masama geliyor. Yine yalnızca 200 TL’m olduğunu hatırlatıyorum. Aldırmıyor. İçki ısmarlıyor garsona. Telâşlanıyorum. “Ödeyemem” diyorum. Kalkıyor, dışarıya çıkıp, biraz sonra geri geliyor. Masanın altından 500 TL uzatıyor. “Şimdi ödersin” diyor. Utançla karışık bir sevinç dalgası yayılıyor içimde. “Yine öptürmeyecek misin?” diye soruyor. “Öptürmeyeceğim” diyorum. İçkisini bitirdiğinde,’saat 5.00 te, aynı yerde beklememi’ söyleyerek ayrılıyor. Buluşuyoruz. Bu kez parklarda oturuyoruz, konuşuyoruz., yürüyoruz avare avare. Anlatıyor. Sürekli anlatıyor. Çocuklarını anlatıyor. Sarhoş yüzünde ışıl ışıl parlıyor gözleri, onlardan söz ederken. “Onlar benim gibi olmayacaklar” diyor. “Okuyacak onlar. Doktor, mühendis, öğretmen olacaklar.” Konuşa-susa evinin önüne geliyoruz. İçeri davet ediyor. “Dostum yok şu sıra” diyor.”Gitmeliyim” diyorum. Gülüyor.”Gelseydin hayal kırıklığına uğrayacaktım” diyor.”Artık pavyona gelemem” diyorum ayrılırken. “Gelme, ben arayacağım seni.”
Elimi alıyor, önce göğsüne bastırıyor, sonra öpüyor.
Ertesi gece sabaha karşı çalan telefonun sesiyle uyanıyorum. “Gel” diyor. “N’olur gel al beni. Çok sarhoşum.”Gittiğimde beni bekliyor birkaç arkadaşıyla birlİkte. Kadınlar etrafımı sarıveriyorlar bir anda. Kimi kutluyor, kimi övgü dolu sözler söylüyor. Biri uzanıp öpüyor yanaklarımdan. “Bıyıklarına kesildi” diyor biri. “Züğürdün başka nesine kesilinir ki?” Filiz’e yaklaşıp “bize gidelim” diyorum. “Ailenin içine gelmem” diyor. “Odam benimdir” diyorum. “Hem derin uykudadırlar şimdi. Farkına varmazlar.” “Bir kahve yaparım sana. Ayakta duracak halin yok.” Önce direniyor, sonra yeniliyor.
Sessizce odama girdiğimizde bir an sarhoşluğu açılır gibi oluyor. “Ne yapıyorsun” diye soruyor; “bunca kitabı? Başkaca süs bulamadın mı koyacak?” Jack Landon’un Martin Eden adlı kitabını veriyorum okuması için. “Birkaç yıl sürer ama, hatırın için” diyor ve çantasına koyuyor. Sonra, “çocuklarıyla tanıştırmak istediğini” söylüyor beni. Gururla karışık bir sevinç yayılıyor içimde.
Ve bir gündüz vakti, bu kez kabul ediyorum evine girmeyi. Çocuklarla tanışıyorum. Beş yaşlarında iki kız. İkiz… Öylesine tatlılar ki kaynaşıveriyorum. Ve öylesine kaynaşıyoruz ki, iki aya yakın bir süre ben getirip götürüyorum onları kreşe. Sanki kendi çocuklarım gibi benimsiyorum.
Ve bir gün, çocuklar da yokken evde, öpmesine izin veriyorum.
Tek bir kere ve o kadar…
İki ay gibi bir sürede inanılmaz bir dostluk bağı oluşuyor Filiz’le aramızda. Çay bahçelerine gidiyoruz., çocukları gezdiriyoruz. Ve inanılmaz değişimler gözlemliyorum onda. Aşırı makyajı ve zaman zaman argo konuşması dışında ,çok olağan bir kadın gibi davranıyor yanımda. Otobüse biniyor örneğin. “Hayatımda hiç otobüse binmedim” diyor. “Arkadaşlarım duyarlarsa tefe koyarlar beni.” Her buluşmamızda onlarca kere “Nasıl bir erkek olduğumu” soruyor şaşkın şaşkın. “Millet binlerce Lira verir, senden beş kuruş isteyen yok, yanaşmıyorsun.” “Konuşuyoruz, tartışıyoruz, dertleşiyoruz ya” diyorum.” Bütün bunları ısmarlama mı yapıyoruz? O nedenle belki böylesine tad alıyoruz. Hem bu seni arzulamadığım anlamına da gelmiyor. Çok güzel bir kadınsın, çok çekicisin. Bırak doğallığında gelişsin her şey. Yoksa bu büyü bozulur.” “Ne olur dostum ol” diyor. “Dostunum ya” diyorum. “Öyle değil” diye itiraz ediyor titrek titrek.
Böylece iki aya yakın geçiveren bir süre, o ve ben mutlu oluyoruz.
Yine bir Cumartesi gecesi telefon ediyor. Adana’da bir pavyonda çalışan kız kardeşinin geldiğini, benimle tanıştırmak istediğini” söylüyor ve ‘Pazar günü piknik yapmayı’ öneriyor. “Tamam” diyorum. “Tarık’ı da alır Çiftliğe gideriz.” Tarık’a durumu anlatıyorum. “Boşver pikniği” diyor. “Bir eve gidelim.” “Piknik düşündük” diyorum. “Ne biçim adamsın lan” diyor “Karılar orospu.” “Orospu-morospu benim dostum onlar” diyorum. “Güveniyorlar, inanıyorlar bana. “ Tarık’ı ikna ediyorum ve ertesi gün buluşmak üzere sözleşiyorum.
HANIMEFENDİ YA DA OROSPU; İNSAN, İNSANDIR İŞTE
Ertesi sabah açık bir süper marketin önünde buluşuyoruz. Filiz’i ilk kez makyajsız görüyorum o gün. Yüzünde siyah sürme dışında makyaj yok. Yine çok güzel. Makyajının altında çocuksu bir anlam gizliyormuş meğer. “Gözlerin böyle ne güzel” diyorum. “Pırıl pırıl…” Tatlı tatlı gülüyor ve sokuluyor. “Lütfen” diyor. Ve dudağımın kenarına küçücük bir öpücük konduruyor usulca. Sonra koluma sarılıyor sımsıkı. Beş parmağını parmaklarımda kenetliyor. Gözlerini gözlerime dikiyor ve blûzunun en üst düğmesini çözüyor. Yüzündeki o masum ifade karanlık bir sertiğe bürünüyor şimdi. Göğüslerinin üst kısmını gösterip; “Aldanma makyajsız yüzüme, ben bir orospuyum” diyor. Kelimeler düğümleniyor ağzımda. “Hayır” diyorum. “ Sen benim dostumsun. Canımsın benim. O kirli kabuğu sıyıracaksın bedeninden bir gün. Yapacaksın bunu, biliyorum yapacaksın.” Hafifçe gülüyor ; “ Nasıl geçinirim” diyor. Ve ekliyor: “Denemeliyim. Çocuklarım için denemeliyim. Senin için…”
Çiftliğe varıyoruz. Gösterdiğimiz yerleri bir türlü beğendiremiyoruz Tarık’a. Sürekli mızmızlanıyor. “Kalabalık “ diyor, “iyi değil” diyor, “ Buralarda oturup da köylüler gibi karpuz mu yenir?” diyor. Velhasıl araba anlamında mahkumuz ya ona, oraya git, buraya git, piknik yapacak yer bulamıyoruz. “Bildiğim boş bir ev var” diyor Tarık. “Sofrayı kurarız. Müziği de açarız.” “İyi” diyoruz çaresizce. Çankaya’da son derece lüks bir apartmanın önünde park ediyoruz arabayı. Beşinci kata çıkıyoruz; elimizde fileler. Anahtar dönüyor, kapı açılıyor. İçeriye adım atmamızla birlikte donup kalıyoruz. İçeride yayılmış tamı tamamına yedi adam. Kimi yerde, kimi koltukta. Ortadaki geniş sehpanın üzerinde ise içki ve çerezler. “Arkadaşlarım” diyor Tarık. Kolundan tuttuğum gibi mutfağa sürüklüyorum. “Hani boştu?” diyorum. Eveliyor-geveliyor.”Derhal onları göndermezsen, kadınlara da makul bir mazeret bildirmezsen ben giderim ve bir daha da yüzüne bakmam senin” diyorum. Siktir’li bir küfür mırıldanıyor. Salona gidiyor. Kadınlar ise yanıma sığınıyorlar mutfakta. “Boş zannediyormuş evi” diye bir yalan uyduruveriyorum.
Adamlar biraz sonra büyük bir öfkeyle kalkıp gidiyorlar. Hepsi de bakışlarıyla beni hedef alıyor. Garip bir duyguyla sarsılıyor benliğim. “İbne” dediklerini duyuyorum. Evin boşalmasıyla birlikte Filiz ve kardeşi bir şey olmamış gibi ve hamarat birer ev kadını edasıyla evi toparlamaya girişiyorlar. Neşeleri yerine geliyor biraz sonra. Sevgi mutfakta bulaşığa girişiyor. Ben de sofrayı kuruyorum. Tarık ise öfkeli öfkeli dolanıyor. Kısa bir süre sonra Sevgi, sinirli sinirli salona geliyor. “Rahat bırakmıyor, sürekli ellemeye çalışıyor” diyor. “Aldırma” diyorum utancımı hissettirmeden. Yatak odalarından birine çekiyorum Tarık’ı. “Delisin sen” diyor Tarık. “Orospu onlar. Hemde bedava. Atla gitsin” “Ben deli olabilirim” diyorum. “Ama insan onlar ve benim dostlarım. Böylesi bir ilişki nedeniyle de mutlular. “Her şey yapmacık” diyor Tarık. “İlişkimiz paraya dayalı değil bizim” diyorum. “Sen öyle san. Senin iyi aile çocuğu olduğunu biliyor. İleriye yatırım yapıyor” diyor. Ve soruyor: “Kaç kere yattın?
“Hiç” diyorum.”Kendiliğinden olmalı bu. Yattıktan sonra daha da yücelmeli o ilişki. Yapılması gereken bir işi yapmak değil amaç. Hele masturbasyon yapmak için bir kadını alet etmek değil asla. Duyguları çok güçlü onun. Sevmek sevilmek istiyor. Her kadın gibi ince, narin. Hemen kırılıyor. Mutlu o, anlıyor musun mutlu. Yanımdayken masum bir çocuk yalnızca. Ve ben bir orospuyla değil, bir sevgiliyle sevişir gibi sevişmeliyim onunla. Asla incitmeden. Çok mutlu olmalı, anlıyor musun çok. “Alaycı bir gülüş beliriyor Tarık’ın gözlerinde. Öylesine hakaret dolu bakıyor ki, giderek ezildiğimi, küçüldüğümü, ölmekte olduğumu hissediyorum.Tarık giderek içimi çekiyor benden, suskunlaşıyorum, büzülüyorum. “İbne misin oğlum sen?” diyor. “Arkadaşlarım öyle düşündüler bilesin. Bas gitsin, bas gitsin…” “İnsan ilişkilerini böylesi aşağılık kelimelerle nasıl tanımlarız? Atlamayla, basmayla… Hayvan değiliz biz. En azından ben değilim. Ki hayvanlarda bile böyle tanımlamaz bu ilişki. Her güzel şeyi mahvediyorsunuz.” Söylediklerimi alaya alıyor Tarık; “Karımı yok piyasada? Atla gitsin.”
Bir utanç kırmızısı yayılıyor yüzümde.”Böylesine plânlı, böylesine hesaplı olsun istemiyorum” diyorum zar-zor. Yavaş yavaş Tarık’a yenildiğimi hissediyorum. Boş bakışlarla yerimden kalkıyorum, salona yöneliyorum. “Bas gitsin” diyor Tarık. “ Bas gitsin… Bas gitsin…” Beynim cevap bulamıyor Tarık’a artık. Ne desem; “Bas gitsin” diyor. Otomatik hareketlerle salonda oturmakta olan Filiz’in yanına yaklaşıyorum. “Gel” diyorum. “Nereye?” diye soruyor şaşkın şaşkın. “Yatak odasına” diye yanıtlıyorum. “Hep istemedin mi bunu?” Donuyor. Bir süre gözlerime bakıyor ağlamaklı. Sözlerimi yanlış anlamışcasına kulaklarını uzatıyor. “Yatağa” diyorum tekrar. Ellerini gözlerine kapatıyor ve hıçkırmaya başlıyor. “Sen” diyor “bunun için mi getirdin beni buraya”. İçim eziliyor. “Hayır” diye haykırmak istiyorum. Diyemiyorum… "O herifler, Tarık denen o sahtekâr.. Çiftlikte yer bulamayışımız… Bu ev… Bunun için miydi? Arkadaşlarınla ortaklaşmak için miydi beni? Ben ki her gece yatağımda seninle uyumayı düşlerken… Ne gereği vardı bunun ne gereği vardı?" Dilim tutuluyor, kendimi savunamıyorum. Buza kesiyor her yanım. Kaskatı oluyorum. Ansızın kalkıyor, telefona uzanıyor. Bir numara çevirip, müdürü istiyor. “Programımı iptal et, çalışmıyorum” diyor. Gözlerinde yaşlarla, kardeşini de ittirerek terk ediyor evi.
Yıkıldığımı hissediyorum. Büyük bir bitkinlik kaplıyor her yanımı. Koltuğa yığılıyorum. Erkek doğduğuma lânet okuyorum. Penisi için insan duygularını, penisi için insan onurunu hiçe sayanlara… Bir şeyler parçalanıyor içimde. Oniki yıllık dostluğum yıkılıyor. İki aylık sevdam ölüyor. Güçlükle kapıya doğru adımlıyorum. “Biz katiliz” diyorum şaşkın gözlerle beni izleyen Tarık’a. “Biz katiliz. Öldürdük onu.” İçİmde bir dost yitirmenin ve bir insan öldürmenin dayanılmaz acısıyla çıkıyorum kapıdan.
ELVEDA ONİKİ YILLIK REZİL ARKADAŞLIĞIM!..
ELVEDA İÇİ İNSAN, DIŞI SATILIK KADIN!...
İÇİNDEKİ O GÜZELLİĞİ EGEMEN KILMAK SANA, HEYHAAAT, BİZİM GİBİ ERKEKLİĞİNDEN BAŞKACA SERMAYESİ OLMAYAN CANİLERİN CİRİT ATTIĞI BU DÜNYADA NE MÜMKÜN!..,

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

KANDIRA'LI BİR ÇİNGEN - MUSTAFA KANDIRALI - YAZI

MİLİTARİZM, ASKERİ DARBELER, DEVRİMLER - YAZI - SİYASİ

MOMMY MOMMY - YAZI

> BABAYIM BEN - ŞİİR

DAHA 13 KERE İNTİHAR EDEBİLİRSİN - YAZI

HAY BEN BÖYLE TOPLUMUN - KISA YAZI

BİR YALAN TAKTİK - İYİ POLİS - YAZI - POLİTİK