> BABA - 12.09.2019 - MAMAK ASKERİ CEZAVE TUTUKEVİ - HİKÂYE
"ahh yıldızlar sönüyor birer birer bense dönenip duruyorum çakıldığım bu hücrede"
Gardiyanın adımı anons eden sesini duyduğumda, ranzanın kenarına tünemiş, cesur röportajcı Oriana Fallaci'nin bir romanını okuyordum.
Tünemiştim çünkü, uzanmak (uzun oturmak) ve üst ranzayı kullanmak, uyku saatleri dışında yasaktı. Yasak olmasa bile, tuvalet bölmesi dışında 1.80'e 1.80 boyutlarındaki, idarece koğuş olduğu iddia edilen, yerin altındaki bu hücrelerde yaşamak zorunda bırakılan genellikle dört, zaman zaman da beş, altı ve hatta yedi siyasiden birinin ranzaya uzanması halinde, zaten 70 cm. genişliği olan ranzanın diğer esirlerce kullanılması mümkün olmaz, dolayısıyla soluklanamayacak ölçüde boğucu bir sıkışıklık yaratılmış olurdu.
Fallaci'nin Cunta dönemi Yunanistan'ın da, ilerici-demokrat ve devrimcilere yönelik terör ve işkenceleri anlattığı bu romanı oldukça ilgimi çekmişti.
Romanın gerçek hayattan aktarılma kahramanı Aleksandros Panagulis, faşızmin bütün insanlık-dışı uygulamalarına karşı, çoğu zaman tek başına kalsa da kararlıca direniyor ve koşulları onun bulunduğü koşullardan hiç de farklı olmayan bizlere direnme gücü aşılıyordu.
Kitap yasağı bir süre önce sözde kaldırılmıştı.
Ama görüşçüler tarafından getirilen kitapların büyük çoğunluğu idareyi aşamıyor, ancak dönemin politikalarını destekler içerikteki kitaplara izin veriliyordu.
Buna rağmen aç kurtlar gibi kitaplara saldırmıştık.
Hele idareyi nasıl aştığına akıl-sır erdiremediğimiz Fallaci'nin bu romanı kolay bulunabilecek bir nimet değildi.
Başına bir iş gelmeden bir an önce okuyup hazmetmeliydim.
Aleko'nun içimde büyüttüğü çiçekleri bırakıp, sivil gardiyanın sevimsiz suratıyla yüz yüze gelmek düşüncesi, literatürde var olan bütün küfürleri ard arda sıralamam için yeterliydi.
Ve öyle yaptım.
Belleğimdeki bütün küfürleri, en detaylı müstehcen görüntülerle süsleyerek, benden başka kimsenin duyamayacağı biçimde beynimin kıvrımları boyunca yerleştirdim.
Çünkü gardiyanın, nöbetçi askerlerin ya da işbirlikçi ispiyoncuların duyması halinde sekiz ya da on erden kurulu ve adına yıkım mangası da denilen dayak mangasınca bir ay yerimden doğrulamayacak ölçüde cezalandırılmam işten değildi.
Ayrıca bununla da yetinilmez, çıkarılacağım askeri mahkemece görevliye hakaretten blokların altında bulunan bir insanın oturabilmesini mümkün kılmayacak ölçülerde dar, dibi diz seviyesine kadar balçık, tuvalet ihtiyacının bile, nöbetçi erin gözlerinin önünde verilen bir peynir tenekesinde görüldüğü, girenin iç organlarında ve özellikle böbreklerinde büyük bir tahribatla çıktığı tabutluklarda, karanlığa, soğuğa, açlığa, pisliğe, farelere ve hastalıklara mahkum edilebilirdim.
Orası öylesine insanlık-dışı bir yerdi ki, kısa bir süre önce tutuklularca alınan bir karar uyarınca, tabutluğa sokulan tutuklu açlık grevine başlıyor ve bu insanlık-düşmanı anlayışı protesto ediyordu. Sessiz sövmek yeterli boşalmayı sağlamasa da rahatlatıyordu.
Romanın kaldığım sayfasını işaretleyerek, keyifsizce yerimden doğruldum.
Hücre kapısının demir parmaklıklarına ağzımı dayayıp, her yedi hücrede bir demir kapılarla bibirinden ayrılan elliiki hücrenin boylu boyunca sıralandığı, yarım daire şeklindeki maltaya doğru bağırdım: "Tecrit 3 - Arka 7".
Gardiyanın talimatı hiç bir kuşkuya yer bırakmayacak kadar kesindi:
"Hazırlan!".
Tutukevindeki hayatı bilmeyen pek çokları için önemsenecek bir anlamı olmayan bu sıradan sözcük, içimdeki sınırsız coşkunun, yerini gizli bir paniğe terketmesine neden olmuştu.
Mahkeme ya da görüş günü değildi.
Hücre değişikliğini gerektirecek herhangi bir 'vukuat' da anımsamıyordum.
Saat 16.00'ya geliyordu ve bu saatte bir tutuklunun hücresinden çıkarılması olağan-dışı bir durumdu. Bütün bunlar göz önüne alındığında, geriye tek bir seçenek kalıyordu:
Siyasi Şube! 'Hazırlan' sözcüğünün içeriğindeki bu örtülü anlam, dur-durak bilmeyen sorgulamaların, kısa zaman dilimi içinde askıdan, manyetoya ve hayaların burulmasına kadar yoğun işkencelerin yeniden gündeme geldiğini gösteriyordu.
Düşüncesi bile çok sayıda tutukluyu, boyunlarından çıkarmadan su borularına bağladıkları gravat ya da iplerin ucunda ölüme kadar götürmüştü.
Ve bu nedenle gravat yasağı bile konmuştu. Aslında tutukevindeki koşullarımız, buraya getirilmeden önce uzun süre (bir kaç ay) 'konuk' edildiğimiz Siyasi Şube'nin koşullarından hiç de farklı değildi. Ama tutukevinde idarenin stratejisi, tutukluların düşünsel yetisi yok edilmiş, silik, pısırık, pişman emir erleri haline getirilmelerini gerektirdiği için, işkence uzunca bir süreçte ağır ağır uygulanıyoŕ, bu nedenle arada soluklanabilecek zaman yaratılabiliyordu.
Pişmanlık bildiriminde bulunanlar dışında, günün her dakikası düşünsel faaliyetlere engel olacak şekilde programlanmıştı.
Örneğin son lokmamızı ağzımıza atmadan 'eğitime' çağırırlardı. Eğitlm ise copla-yumrukla dayak demekti.
Ama herşeye rağmen , disiplin cezaları dışında, tutukluların çokluğu ve işkencenin uzun bir zaman dilimine yayılmış olması moralimizi ve dayanma gücümüzü diri tutabilmemizi mümkün kılıyordu. Tabutluklar dışında, hücre ve koğuşlar karanlık değildi. Güvenlik nedeniyle 24 saat aydınlatılıyorlardı.
Öyle ki geceleri 'yat ziliyle' birlikte, gözlerimiz yanımızda bir sevgiliden çok, karanlığı arar oluyordu. Ayrıca tutukevinde soğuktan korunabilme olanaklarımız da vardı.
Düşman çatlatırcasına üst üste giydiğimiz kazak ve hırkalarımızı, çok özel durumlar dışında elimizden alamıyorlardı.
Çünkü aldıklarında görüşçülerin çıngarını göğüslemek zorunda kalıyorlardı.
Ve en onemlisi, burada yalnız değildik.Yenilginin ilk basamağı olan yalnızlık, bizlerden uzaktı. Yüzlerce, binlerce siyasi...
Gardiyanın sert ikazıyla, bulup-buluşturduğum kazakları üst uste geçirmeye başlıyorum. Pantolonumun altına uzun donumu da giymeyi ihmal etmiyorum.
Oysa bütün bunların gideceğim yerde para etmeyeceğini çok iyi biliyorum.
Buna rağmen hücre arkadaşımın uzattığı kalın hırkayı da yanıma alarak, 'iyi şanslar' dilekleri arasında hücremden çıkıyorum.
Gerçekten de şansa cok ihtiyacım vardı.
Geriye dönüp dönemeyeceğim konusunda tahmin yürütebilmem mümkün değildi. DAL'a (Derinlemesine Araştırma Laboratuarı) götürülecek ve insanlıktan çıkmış bir güruhun insafına terkedilecektim.
Ama deneyimlerimle biliyordum ki, insaf sözcüğü onların lûgatında yoktu.
Delil yaratabilmek icin kafataslarımızı bile açıp, beyinlerimizi tutanağa geçirebilirlerdi.
Gardiyanın ağır kapıyı kapatırken, sert üslupla verdiğı talimatla irkiliyorum: "Kolundaki kazağı bırak!
Malta boyunca sıralanmış hücreleri geçerken gözlerim aynı davada yargılandığım cürümlerimi arıyor. Birilerini gormek, birilerinin aileme haber ulaştırmasını sağlamak ve işaretlerle de olsa küçük bir veda mesajı yollamak istiyordum.
Yazık ki mümkün olamadı.
Kafese alındığımda, demir kapıları geçerken yedığim coplar nedeniyle bacaklarım sızım sızım sızlıyordu.
Tutukluların cezaevi bloklarına giriş-çıkış işlemleri yapılırken bekletildikleri, dört yanı demir parmaklıklı, havadar bir gözetim yeri olan kafes, aynı zamanda 'hoşgeldin' dayakları ve bazi disiplin cazalarının infazı icın de kullanıliyordu.
Bir yanında cezaevi Müdürünün odası, diğer yanında doktor odası bulunuyordu.
O doktorlar ki kafeste yapılan butün işkencelere tanık oluyorlar ve kafesten çıkarılanları sözde muayene edip, sağlam raporu tanzim ediyorlardı.
Vücudunuzdaki kırıklar bile raporun bu şekilde tanzim edilmesine engel olmuyordu.
Kafese 'suçlu' olarak girildiğinde, yenen cop sayısının haddi-hesabı yoktu.
Yayıncı İlhan Erdost da kafesdeki dayak neticesinde bir kaç saat içerisinde hayatını kaybetmişti. Günlerce uykusuz ve perişan bir halde ve heykel gibi, 'nizami' olarak hiç kimıldamadan oturmak, bacak uzatmaktan, kol oynatmaya kadar her hareketi izin ve emirle yapmak ve 'eğitimlere' ayak uydurabilnek icin insan-üstü bir güçle çabalamak, sinirsel yapıda uzun sureli yıkımlara neden oluyordu.
Kafesten sakat olarak çıkanların sayisi hiç de az degildi.
Hatta çokça ölüm haberleri bile geliyordu.
Neyse ki kafeste fazlaca tutulmadım.
Oturduğum yerde annemin, babamın, ablamın, yeğenlerimin ve kızımın görüntüleriyle vedalaşırken, kafes nöbetçisinin ofkeli talimatıyla isteksizce ama mecburen haz'rola geçerek, uygun adım için verilecek talimatı beklemeye başladım.
Çok geçmiyor. Kafesten çıkartılıyorum, kelepçeleniyorum ve beklenmedik bir şekilde Cezaevi Müdürü'nün odasının önüne götürülüyorum.
Şanı yedi düvel dillere destan Albay Raci Tetik'in odasının önündeydim.
Bunun nedenini anlayabilmiş degildim ama, durumun hiç de iç açıcı olmadığını tahmin edebiliyordum.
'Gir' diye emretti müdür.
Şaşkınlığımın ve korkumun yüzüme yansımaması için olanca çaba gösteriyordum.
Odada müdürün dışında dört apoletli daha vardı.
Öyle gergindim ki , neredeyse kilitlenmiştim.
Böylesine ciddiye alinmam, içimdeki karamsarlığın kara bir zift gibi butün vücudumu ve beynimi kaplamasına neden olmuştu.
İşkencecilerin şefi, 'Sıkıyönetim Komutanlığı'nın emriyle getirdik seni.
2Söyle bakalım ne plânlıyorsun? Kaçmaya kalkışırsan beynine kurşunu yersin. Ona göre.' diye bağırarak, kimliğimle ilgili titiz bir soruşturma yaptırıyor ve beni tekrar kapıdaki askere teslim ediyor. Başka bir odaya alınıyorum.
Tepeden tırnağa, anadan üryan bir sekilde aranıyorum.
Ve yolculuğum başlıyor. Altı silahlı, bir coplu ve bir yüzbaşı eşliğinde zırhlı araca bindiriliyorum. Artık iyice dönüşü olmayan bir yolda olduğumu anlıyorum.
Sevdiklerimi son bir kez olsun görememiş olmanın acısı kalbimi liğme liğme ediyor. Tehditker, küfürler, endişeler, acılar ve korkularla dolu yaklaşık yarım saatlik bir süre sonunda zırhlıdan indiriliyorum.
Ama götürüldüğümü düşündüğüm yerde değil, askeri hastanenin önünde...
Hastahanenin giriş katındaki penceresiz bir odaya sokulduğumda, ablam ıslak gözlerle beni bekliyordu.
Yaklaşık 1,5 yıldır hasret kaldığım, temiz-pak çıkmaya çalıştığım görüşlerle, özene-bezene yazdığım mektuplarla hasretliğimi gidermeye çalıştığım ablamı öpmeye bile firsat bulamadan, gözlerimden boşanan yaşlarla koltuğa yığılıyorum.
Refakaçılarımın önünde zayıf düşmenin utancıyla, pantolonumun arka cebindeki mendiilimi almağa çabalıyorum.
Başaramıyorum. Hareketlerim, geçmeli kelepçelerin bileklerimi patlatırcasına sıkmasına neden oluyor.
Ellerim morarıyor, canım yanıyor. "Ne zaman" diye soruyorum güçlükle.
"Dün gece" diye cevaplıyor ablam ve kelepçelerime uzanıyor.
Sanki bileklerimden çıkartıp, beni rahatlatmak, acılarımı sonlandırmak istiyor.
Ama yüzbaşının müdahalesiyle geri çekilmek zorunda kalıyor.
"Ya ölüm nedeni?" diye soruyorum.
"Enfarktüs. Göğsü patlamış. Ve tam yedi yıldır kalp hastası olduğunu gizlemiş bizlerden. Hayatının belki de en büyük oyununu oynamış.
Annem bile bugün öğrendi.
Haplarını, kimse görmesin, kimse hasta olduğunu anlamasın diye özenle saklamış."
"Göremedim, konuşamadım, anlatamadım" diye isyan ediyorum.
"O anlamıştı" diyor ablam, "son sözleri seninle ilgiliydi." "Ne dedi, ne dedi?" diye umutla soruyorum. "Oğluma söyleyin, onunla gurur duyuyorum" dediğini söylüyor ablam.
"Ya ben, ya ben?" diye haykırmak geçiyor içimden.
Herşeyi kırmak, paramparça etmek, kelepçeleri suratlarına fırlatmak...
"Sen ki. hayatının her anında iyiyi, güzeli ve doğruyu aradın.
Bütün bu kavramlar asla soyut değil, adalet ölçeğine vurulmuş somut hedeflerdi senin için. Düşüncelerini hiç bir koşulda pazarlık masalarına oturtmadın. Raporlar tanzim edildi hakkında, dosyalar tutuldu; adım adım izlendin. İdamla yargılandın, ölümlere meydan okudun.
Halkına lâyık bulmadığın o Anayasa Taslağı kamuoyuna sunulduğunda, bütün dalkavuklara, bütün döneklere, bütün sözde demokratlara ibret olması gereken o demecini basına ve TRT'ye vermeden önce, oğlunla birlikte yatacağının hazzıyla bavulunu hazırladın.
Acılardan yakınmak senin işin değildi baba.
Oğlun işkencecilerin eline düştüğünde bile hiç yakınmadın.
Duruşmamda tanık olarak işkenceleri dile getirdiğinde, yirmi gün öncesinden anneme söylediğin gibi 'hayattaki son görevini de tamamlamış olmanın' gururuyla doluydun.
Bir baba olarak düşüncelerime her zaman müdahale edebilme olanağın varken, bunu hiç yapmadın. Düşünceye saygısızlık senin karakterin değildi çünkü.
Sadece 'halkı düşünmenin ağır bedelleri olduğunu, düşünce üretimini suç sayan bir toplumda 'dikkatli olmam gerektiğini' hatırlattın.
Ve düşünce suçu kapsamındaki bir maddeden yargılandığımı öğrendiğinde, bunu oğlun için onurların en büyüğü olarak kabul ettin.
Yollarımız biraz erken ayrıldı baba.
Ailevi ilişkileri yaşayamadık pek.
Ama ben, senin oğlun olma kıvancını kalbimden hiç ayırmadım.
Kendimi tanımaya başladığımdan bu yana, dürüstlüğüne, erdemlerine ayak uydurabilmenin yollarını araştırdım.
Sen benim için ulaşılamayan ve hatta yakınlaşılamayan bir erdem simgesiydin çünkü.
Şimdi sana; 'seni nasıl sevdiğimi, seni nasıl saydığımı' yüz yüze söyleyebilmek, bir saatçik olsun dertleşebilmek için neler vermezdim?
Duygularımı, düşüncelerimi , arayışlarımı ve amaçlarımı aktarabilmek için...
Onu morgda gördüğumde gülümsüyordu.
O her zamanki küçük, mütevazi ama kendinden emin, güven veren gülümseyişiyle...
Bütün gövdesi çürümeye hazırlanırken, dudaklarındaki gülücük bütün diriliğiyle, öylece duruyordu. İnsanın göğsü patlarken bile gülümseyebileceğinı anlatırcasına...
Benimle ilgili söylediğin o son sözleri, dudaklarındaki bu gülücükle birleştiriyorum baba.
Ve beni çok iyi anladığını biliyorum.
Kelepçeler bileklerimi sıkmıyor artık.
Naaşın önünde saygıyla ve gururla eğiliyorum.
Elveda baba, elveda!
Babacığım...
Tutukevine dönmek üzere zırhlıya bindirilirken, kolumdan sıkıca tutmuş olan subaya doğru dönüyorum ve kulağına fısıldıyorum:
"BENİ SİYASİ ŞUBEYE GÖTÜRMELİYDİNİZ YÜZBAŞI."
Yorumlar
Yorum Gönder